Yalnız bir kadının hikayesiydi bu anlatacağım.. Onu bir kolonun dibinden izlemiştim usulca. Fonda sezen abla çalarken. Bir bira söyledi önce mekanın ikram turşusuna bile yabancı olmuş bir tavırla. Garson bile farketmişti o sessiz çaresizliği. Ben bile farketmiştim aramıza 6 bistro masa sığmış olsa bile. Birası olabildiğine hızlı gelmişti sanki hiçbir istek bu kadar hızlı yerine getirilemeyecek sürede. Sanki tüm mekan onu daha fazla incitmemek üzere silahlarını ve fikirlerini bir polis ihbarıyla yerlere sermişti. Bu sırada, bense hiçbir anını kaçırmamak için biramı yudumlarken 50lik arjantin bardağının içine bile bakmıyordum. Alışkanlık işte. normalde hep bakarım. O ise yabancısı olduğu turşudan bir tane suratını ekşiterek. İnanın her tavrı bir yazar için birkaç kelime ederdi belki ama benim için daha fazlasıydı. Öyle sevdiğimden veya hoşlandığımdan değil, kalem bunu isterdi belki de kağıt. Betimlenecek o kadar mizacı vardı ki yazarlığım buna yetmeyebilirdi. "Bir yazarın tıkanış manifestosu" diye başlık da atılabilirdi. Bende boş durmuyor biramdan sağlam yudumlar alırken saçlarından ayaklarına kadar gözlerimi deviriyordum. Ayakları sandalyeden yere değmediği için sandalyenin bacaklarına sarmıştı pabuçlarını. İnanın ya da inanmayın o kadar benimsemiştim ki onu o gece, ben farketmeden gözden kaybolsa onu annem, bacım, kardeşim gibi arardım.
Kör sağır gibi arayıverirdim onu tüm sokaklarda. Arada barın kapısına da bakıyordum ondan fırsat buldukça. Bir arkadaşı gelir de bu çaresizliğe ve derin sessizliğe son buldurur diye. Lakin ne telefonuna bakıyor, ne de etrafına. Bira ve turşu arasında gözlerini devirip duruyordu sadece. Ama hislerim ve beynim o gece masasındaki turşu olmak istiyordu, birası olmak istiyordu. Bu fesatlığa çekilmeyecek kadar masum bir istekti. Ordan da beynine sıçrayıp orda kaybolmak. Çok kısa bir müddet sonra, gözleri çantasını aradı halbuki tam yanındaki sandalyedeydi. Anlık telefonun cepte olmayışı hissi gibi. Ama bu onun hiç umrunda olmazdı heralde. Minik ayaklarıyla sonra yanındaki sandalyeyi kendine doğru çekti ve yine aynı pozisyon, hop pabuçlar aynı yerine. Çantayı sağ eliyle alıp kucağına koydu ve kurcalamaya başladı. Ah ulan dedim, sonunda çıkaracak telefonu arayacak erkek arkadaşını veya kız arkadaşını her ne sikimse "hala seni bekliyorum, nerde kaldın" diye bir çağrı yapacaktı ve kurtulacaktı bira ve turşu arasında domino olmuş göz bebeklerini. Malesef dileğim gerçekleşmedi, çıkardı bir soft paket sigara, iki vuruşla düşürdü içinden turuncu filtreli sigarasını. Koydu ağzına, yaktı sigarasını. Yakması saniyeler aldı ama ben 50lik arjantin bardağını diplemiştim o sıra sanki. o anı ne kadar betimleyebilirim bilmiyorum ama ciğerlerinden çıkan duman bira bardağını böyle güzel sarabilir. Sanki parmakları oluvermişti o sıra sigara dumanı. Sarıp sarmalamıştı. Diyorum ya hiçbir anı kaçırmak istemiyordum. Sol omzumun üstünden onu izlerken diğer elimle boş bardağı barmene itmiştim. Bir tane daha dedim usulca, bir tane daha. Biliyordum, bu gece bu minik kadın bu barı terkedene kadar bu replik değişmeyecekti. "Bir tane daha."
Gece 3 olmuştu. mekanın kapanmasına bir saat kalmıştı. Zaten ümidi de kesmiştim, bir arkadaşı bir dostu gelmeyecekti.Etrafında kimse de kalmamıştı oturan. barmen, iki garson ve biz kalmıştık. Sanki bir helikopterle bir muharebe meydanını ağır makineli ile taramışlarda etrafındaki herkes ölmüş o dimdik ayakta kalır ya aynı öyle hala direniyordu. Hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey. Bu "hiçbir şey" sözcüğü gecenin sonunda canımı ne kadar yakacağını bilmeyerek rahat rahat söylüyordum o an tabi. Unutmadan da söyleyeyim, tam 4 saat olmuştu bu barda oturuşunun. Henüz üçüncü birasını içiyordu. Sayılara takılmam ama birilerinin onunla ilgilenmesini beklerdim. Beynini siktiğim garsonun en kötü "devam etmek ister misiniz" diye sorup boş bardağı önünden almasını. Beklerdim. Sanki sigarası, turşusu, birası ona ömür boyu yetecek kadar mütevaziydi hayata karşı. Çok garip. Tepkileri de o kadar soyut o kadar soğuktu ki hiçbir şey onu güldüremeyecek hiçbir şey de onu ağlatamayacaktı sanki. Bu sankilerin gece sonu çözüleceğini bilmiyordum tabi. Gözümü ondan hiç ayırmıyordum, belki başını kaldırırsa direk göz göze gelicektik ama yok. Kaldırır mı o kafayı. Bira turşu daha çok ilgisini çekiyor etraftan. Sonunda öne doğru gelip, sandalyenin eğimiyle minik ayakları yere bastı ve lavaboya doğru gitti. Tanırım, yürüyebiliyor ve çişi gelebiliyor. Büyüksün Tanrım. Kendimce aptal bir sırıtışla sigaramı yakarken buldum, o lavabonun yolunu tutarken. Gözden kayboldu sonra. O gelene kadar barmenle laflaştık az çok. hem barmendi hem de küçük barın patronu. Günün bilançosu onu hep üzerdi, iş yapan bir bar olamadı hiçbir zaman. Belki de bu yüzden seviyorumdur burayı, böyle bir kaygıyla kepenkte kapatabilirdi ama yetiyordu herhal bir şekilde kendine ve iki garsonuna. Muhabbet gelip geçerken sağ omzumu da da kadraja alarak sırtım dönük masasına baktım. Hala gelmemişti. inanın diyorum ya, annem gibiydi o gece benim için. Belki de kızım bilmiyorum ama bir şeyim de o gece. Merakıma yenilip, barmene sordum şu masa açık mı hala çantası duruyorda. Bilgisayardan hemen baktı, evet duruyor noldu ki dedi hesabın kaçmış olma korkusuyla karışık. Yok lavaboya gitmişti diyecektim ki heh gördüm dışarda telefonla konuşuyor diye yalan söyledim. Aslında hiç dışarı çıkmamıştı. En korkutucu olanı da hala lavaboda olma ihtimaliydi. Dedim kendimce, yok oğlum böyle olmayacak, gidip bakıcam. Hiç yapmadığım bir eylemdi ama ayakları sandalyeden yere değmeyen biri için sebepsizce endişeleniyordum. Biranın son sağlam yudumunu alıp kadınlar tuvaletinin önüne geldim. Kapıyı sertçe tıkladım. Şarkıdan duyulmuyordu eğer cevap verdiyse. Bu yüzden kulağımı dayayıp daha sert bir şekilde vurdum kapıya. Belki de heycandan belki de korkudan kalbim çarptı kapıya tam bilmiyorum. Yine ses yok. Ulan dedim noluyor, çokta içmedik hani.Kapının kolunu çevirdim istemsizce ulan kapı açık amına koyayım. Ağzımı içeri sürdüm, "içeride misiniz bayan" diye seslendim. Amına koyayım yine ses yok. Şaka mı lan bu? Şaka mı? Kapıyı sertçe ittim, kapı açılmıyor. Arkasına bir şey koymuş heralde diyip kafamı uzattım içeri. Bir insanı sebepsizce boğaz köprüsünden sebepsizce aşağı sallandıracak manzarayla karşılaştım. Lavabonun altında, dizlerini göğüslerine çekmiş minik kadınım oturuyordu. Tüylerim diken diken olmuştu, boğazıma belki dörtten fazla kurşun yemişçesine nefesim kesilmişti. Benim 3 saat önce yaptığım gibi o da ayaklarımdan gözlerime kadar yavaşça kaldırdı gözlerini. Hayır dedim ben yaptım sen yapma gözünü seveyim. Bunu ne ben kaldırabilirim, ne bu dört duvar, ne bu iş yapmaz bar, abartmıyorum ne de bu bara çıkan siktiğimin hiçbir sokağı. Devir o gözlerini nolur dedim, nolur. Ölüm gibi o bakışlar da ansızın gelmişti, çok ansızın.Artık göz gözeydik. makyajı akmış, birkaç ıslanmış saç teli dişlerine takılmıştı. Şunu diyebilirim ki, desibel rekoru kırıyordu belki o sessiz ağlayışları. Teomanın da dediği gibi "kulaklarım patlıyor sessizliğinden." Elim ayağım boşalmıştı, bir kadının ağlayışını kolaylıkla yazabilirdim belki ama tanık olmak inan tanrım hiç bu kadar zor olmamıştı. Dünya üstünde yapabilceğim en aptalca şeyi yaptım sonra. Sağ elimi enseme koyarak hafifte utanarak "iyi misiniz hanımefendi" diye soruverdim. Dilimi kesseydiler keşke amına koyayım. Cenaze namazı kılınmış birine bu soruyu sormuştum sanki. Belki siz bu sıra onu olduğu yerden kaldırırdınız ama ben onun yanında o an ölmeyi dilemiştim. Artık içeri girmiştim ve tam karşısına oturdum. Tam kapı altına. Dizlerimi aynı onun gibi göğüslerime kadar çektim. Ve bu benim için yapılabilecek en cesur hareketti. Çünkü o an orda siz yoktunuz. Her bakışı beni sol omzumdan, sağ omzumdan, kaşımdan, gözümden her bir yerimden yaralıyordu. ölüyordum lan amına koyayım ölüyordum. Bir tek beyin ölümüm gerçekleşmemişti sanki. Kalbim çoktan durmuştu. Onunla beraber o iki metre kare alanda ölüyordum. Ama inanın ölüm bu kadar zor olabilirdi, bu kadar can çekiştirerek. Sonunda suskunluğumu bozup, hiç dikkatimi çekmeyen duvar fayanslarına bakarak sordum ona. "ne oldu"
Cevap hıçkırıklar arasından sıyrılıp "hiçbir şey" dedi.
"Nasıl yani, hiçbir şey mi seni bu hala getirdi" dedim .
"Evet" dedi. "hiçbir şey"
Sonra devam etti, "olabilecek en kötü şeyler oluyor kendimi bildim bileli" dedi.
Nedir?" diye sordum meraklı gözlerle.
"hiçbir şey" dedi. Hiçbir şey olmuyor hayatımda"
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. O gece anlamıştım ben yazar, şair hiçbir sikim değildim. Ben milyon kelimeyle hayatımı anlatmaya çalışırken, o iki kelimeyle hayatını özetlemişti. "Hiçbir şey" Belki de benim de hayatımı özetlemişti, belki de şuan beni dinleyen birçok dinleyenin. Uzun bir süre bir şey diyemedim ve son nefesimle ayağa kalkıp tuvaleti terkettim. Buz gibi soğuğun içine dışarıya attım kendimi. Yaktım bir sigara. Gözlerim doluyordu tanrım, gözlerim doluyordu. Ve sonra, "hiçbir sikim olmayan hayatıma baktım." Hakikaten "hiçbir şey olmuyordu amına koyayım, olan biten bir şey varsa da o da hiçbir şeydi"