Kötü Günler

134 4 1
                                    

Kötü günlerimden biriydi. Gece uyuyamamıştım - üst komşularımızın ses yapmadığı nadir gecelerden birinde kafamdaki cevaplayamadığım sorular ve ardı arkası kesilmeyen problemler, problemler, problemler yüzünden uyuyamamak hoş değildi -, sabahtan beri başım ağrıyordu - uzun bir süredir ağrı kesiciler etki etmiyordu, en azından tek seferde dört tane almadığım sürece -, okulda hazır olmadığım bir sınava girmek ve sevmediğim insanların suratlarına bakmak zorunda kalmıştım. 

Tabii, bir de kız kardeşimin doğum günüydü.

Eğer hayatta olsaydı, bugün on sekiz yaşına basacaktı.

Sonsuza kadar on beş.

Eve yürürken kulaklıklarımı koparırcasına çekip kulaklarımdan çıkardım. Bir dahaki sefere başım zonklarken dinlediğim şarkıları daha dikkatli seçmek için kendime söz verdim. Evin kapısında durdum, tam anahtarı çıkarmıştım ki bomboş eve girmek istemediğime karar verip apartmanın merdivenlerinden geri indim. 

Çantamı omzumun üstünden savurduktan sonra sokağın sonundaki yokuşu inmeye başladım. Çıkmaz sokağa doğru gidiyordum. Önemli değildi. Sokağın sonunda yemyeşil, boş bir araziyi gören yüksek bir duvar vardı. Genelde saklambaç oynayan küçük çocuklardan başka kimse o duvara çıkmaya cesaret etmezdi, ama ben kolay bir yolunu biliyordum. 

Hava karanlık bir kasım günü için yeterince sıcaktı, üstümdeki ince ceket işimi görüyordu. Okul bittikten sonra müzik öğretmeniyle çalıştığım için saat de biraz geçti, ama nasılsa annem ve babamın eve gelmesi gece dokuzu buluyordu. Yokuşun tam bitişinde eski kitaplar satan, filmlerde görebileceğiniz türden bir dükkan vardı. Normalde dönüp ikinci kere bakmadığım bir yer olmasına rağmen bugün içeri girmek için bir istek duyuyordum. İçeri adımımı atıp yaşlanmış kitapların kokusunu içime çekerken kapının üstünde bir zil çaldı ve geldiğimi dükkanda çalışan yaşlı adama bildirdi. 

"Yardımcı olabilir miyim?" 

Kafamı kaldırdım. Dedem yaşında bir adamdı tahminen, ama gözleri hala parlıyordu, geniş bir gülümsemesi vardı. Bu yaşta onu bu kadar canlı tutan şeyin ne olduğunu merak ettim. "Hayır, teşekkür ederim." dedim kibarca. "Sadece bakıyorum."

Adam kafasını aşağı yukarı sallayıp dükkanın gerisindeki masasına döndü. Ben de tozlu raflara bakmaya başladım. İlgimi çeken bir tanesini yerinden aldım. Sayfalarının kenarları sararmış, yer yer kahve lekeleriyle kaplı bir kitaptı. Arka kapağının bir kısmı yırtıktı. Okumayı çoğu şeyden fazla seven biri olmama rağmen bu kadar hırpalanmış kitaplarla işimin olmayacağını biliyordum. Kitabı aldığım yere koymak için döndüm ve az önce elimde tuttuğum kitabın altında duran neredeyse parçalanmış sayfalar istifini görünce olduğum yerde kalakaldım. Elim istemsiz bir şekilde kitaba gitti, yerinden çıkarırken sayfaların dökülmemesi için uğraşmam gerekti. Az önce baktığım kitabı bir kenara koydum ve elimdeki çok yaşlı görünen kitaba baktım.

Bu kitap. Emindim, oydu.

Birdenbire o kitapçıda değildim, üç sene öncesindeydim. 

Karşıdan karşıya geçmiştik. Gayet normal bir gündü.

"Hey, çantandakini düşürdün!"

İkimiz de dönüp baktık. Kitap - o kitap, yolun ortasında, yerde duruyordu. Hiç düşünmeden kitabı geri almak için tekrar yola çıktı.

"Kırmızı ışık-" diye bağırdım kaldırımdan. 

Ama çok geçti.

Teknik olarak, kırmızı ışığın yanmasına birkaç saniye vardı. Hata sekizde altı sürücüde. Dava sonuçsuz.

Cenaze de öyle.

Ve elimde tuttuğum bu kitap - aynısıydı, emindim. Eşyalarının hepsini bağışlamıştık. Hiç süphem yoktu. Ellerim titreyerek adamın oturduğu masaya ilerledim. Ne yaptığımın farkında bile olmadan kitabın parasını verip dükkandan ayrıldım. 

Yüksek duvar önümde uzanıyordu. Göğsümde silkeleyip atamadığım bir ağırlık vardı, kaşlarımı çatıp rüzgara döndüm. Her zaman yaptığım gibi, otomatik hareketlerle duvarın en ucuna gidip taşlardaki büyük çıkıntıya bastım. Önce çantamı duvarın üstüne attım - elimdeki kitabı sıkı sıkı tuttuğum için bunu yaparken neredeyse düşüyordum. Sonra kitabı koydum ve en sonunda kendimi de duvarın üstüne çektim. Çantamı ayaklarımla ittirdikten sonra derin bir nefes aldım ve gökyüzüne baktım. 

Oturduğum yerin manzarası çok güzeldi. Ufuk çizgisi netti, yer yeşil, hava maviden turuncuya dönüyordu. Güneşin batmasını izlemeye karar verdim.

Ama tabii ki önce dayanamayıp kitaba döndüm. Okumaya, hakkında bir şeyler öğrenmeye bile zahmet etmediğim eski bir kitaptı. En ufak bir darbede parça parça olacak gibiydi, bu yüzden elimde porselen tutuyor gibi tutuyordum. 

"Frenlerin kontrolünü kaybettim, yemin ederim."

"Kaybınız için üzgünüz."

"Korkarım çarpma anı kızınızın beyninde düzeltmek için çok geç kaldığımız bir hasar yaratmış."

"Hey, baksana, kız kardeşi ölen kız sen misin?"

"Kaza mıydı?"

"Adamı hapse tıktılar mı?"

Gözlerimi kapatıp kitabı yüzüme bastırdım, kendimi etrafımda olan bitenden, bütün anılardan soyutlamaya çalıştım.

O ana kadar hiç öyle bir niyetim olmamasına karşın, kapağını çevirip kitabı okumaya başladım. Kısa bir şeydi, her sayfası acıyla doluydu. Yarısını biraz geçmiştim ki sert bir rüzgar esti - çantamı bile duvarın üstünden düşürmekle tehdit eden bir rüzgardı - ve kitabın içinden bir sayfa uçtu. Onu havada yakalamaya çalışırken neredeyse ben de dengemi kaybediyordum. Kitabı karıştırıp hangi sayfanın eksik olduğunu anlamaya çalıştım.

Son sayfasıydı.

Tabii ki son sayfasıydı, ancak benim acınacak derecede gülünç hayatımda böyle tesadüfler meydana gelebilirdi. 

Kendimle bir süre tartıştım - okumaya devam etmeli miydim? Eğer istersem kitabın daha düzgün bir basımını her yerde bulabilirdim. Ama aynısı olmazdı. Asla olmazdı. Ve asla da okumazdım. İçimi çekip ufuğu güzel bir kırmızıya boyayan güneşe baktım. Güneşin en sevdiğim haliydi - gözünüzü yakmazdı ve bakması hoştu. Sakinleştiriciydi. Umutsuz değildi, çünkü yarın tekrar orada olacaktı, ve sonraki gün de. Güven vericiydi.

En sonunda kitabı duvarın üstünden fırlatıp attım. Neden yaptığımı bilmiyordum. Belki de daha fazla kafa yormak istememiştim. Kendi hareketim yüzünden duyduğum şaşkınlıkla bir süre kitabı fırlattığım yere baktım. Rüzgar kapağını savurarak açmış, içindeki kopuk sayfaları dört bir yana savuruyordu. İçimi çektim. 

Havanın karardığını ancak gözümü kitaptan kalan son parçalardan ayırdığımda fark ettim. Saate baktım ve artık eve gitmem gerektiğine karar verdim. Çantamı sırtıma geçirdim ve tırmandığım gibi duvardan indim. Saatlerce hareketsiz oturmaktan her tarafım ağrıyordu. Bir süre kollarımı ve bacaklarımı esnettikten sonra indiğim yokuşu tekrar çıkmaya başladım. Kitapçıya bakmadım. 

Kötü günlerim vardı. İyi günlerim de olacaktı.

Peşimi bırakmayan, bırakmayacak olan hayaletlerin boğuk sesleri rüzgarın uğultusuna karışırken ceketime biraz daha sarıldım. Ağladığımı da elimin tersine bir damla göz yaşı düşünce fark ettim. Sinirli bir nefes vererek gözlerimi sildim.

Kötü günlerim vardı. Ama iyi günlerim de olacaktı. Çünkü artık hiçbir şeyde anlam bulamadığım zamanlarda, umuda sıkıca sarılmaktan başka ne çarem var ki?

Kötü GünlerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin