Bundan aylar önce sınav ve sınavlardan kaynaklanan aile baskısından kurtulmak için şehir şehir dolaşıp kafa dağıtmaya -aslında bir nevi kafamı toparlamaya- karar verdim. Aldım önüme bir Türkiye haritası şehirleri bir bir incelemeye koyuldum. Tekirdağ'dan Ankara'ya Adana'dan Balıkesir'e her bir şehri karış karış araştırmaya başladım.
Araştırdım araştırmasına da tüm şehirleri bir bir incelememe karşın memleketime, diğer şehirlerden daha az ilgi gösterdiğimi fark ettim. Taş Köprü'den Saat Kulesi'ne Ulu Camii'den Anavarza Antik Kenti'ne kadar bu eşsiz şehri nasıl da göz ardı edebilmiştim ki. Ne kadar da değerli bir şehirdi hâlbuki. Adana'nın gezilecek yerleri aklımda bir bir sıralanırken içimdeki telaş ve heyecan öne geçmek için adeta birbirleriyle çatışır oldular. Evet, gezime Adana'nın simgesinden, Taş Köprü'den başlamalıydım. Aldım sırtıma çantamı, koyuldum memleketimin büyüleyici güzel mi güzel yollarına...
Taş Köprü'nün muhteşem mimarisi karşısında adeta mest oluyordu insan. Seyhan ve Yüreğir yakalarını birleştiren, asırlara meydan okuyan köprü efsanelere yakışır asilliğiyle dimdik karşımda duruyordu. Bazı söylentilere göre eğer bir gün köprü yıkılırsa tekrar yapılabilsin diye nehrin en derinlerinde altın gömülüymüş. Belki de söylentiler doğrudur. Kim bilir... Köprünün üzerinden Merkez Cami'yi de kadraja alabildiğim birkaç fotoğraf çektikten sonra Büyük Saat'e doğru yürümeye başladım. Büyük Saat'ten gelen hiddetli gonk sesi iyice yaklaştığımı doğrulamıştı. Büyük Saat'i de iyice inceleyip gezdikten sonra Ulu Camii'ye doğru ilerlerken acıktığımı fark ettim ve bir kebapçıya uğradım. Kebabın yanında bol yeşillik, ezme ve şalgam suyu geldi. Havada süzülen kebap kokusuna yudumladığım şalgam suyunun keskin tadı eşlik ediverdi. Yemekten sonra Ulu Camii'ye doğru yola koyuldum. İçeri girdiğimde dikkatimi çeken ilk şeyin cami duvarlarına özenle işlenmiş, eşi benzeri olmayan çiniler olduğunu fark ettim. Her bir motiften damla damla emek süzülüyordu.
Geriye kalan saatlerimi Çarşı Hamamı'nı ve Tuz Hanı'nı dolaşarak geçirdim. Tabi her anı fotoğraflamayı da eksik etmedim. Saat epey geç olmuştu, tam evimin yolunu tutacakken gözüme takı tezgâhını toparlamaya koyulan yaşlı teyze ilişti. Minicik takıları bohçasına doldururken bile zorlandığını belli eden ağır hareketleri yardım etme isteğimi hızla dürttü. Çabucak yanına gittim ve takıları bohçasına doldurmaya başladım. Ellerimde olan bakışları şaşkınlıkla yüzümde belirdi. Dudaklarıma kocaman bir tebessüm yapıştırarak "Merhaba." dedim. Minnetle başını eğerek selamıma karşılık verdi ve yavaş yavaş derinleşen bir sohbete başladık. Kimsesiz olduğunu öğrendiğimde ona daha fazla nasıl yardım edebilirim düşüncesi ile zihnimi karıştırırken teyzenin çekingen sesini işittim.
"Kızım yanlış anlamanı istemem ama istersen bugün benim evimde konaklayabilirsin. Saatte epey geç oldu bu saatte otobüs bulacağını pek sanmam." Yutkundu. "Hem evim uzun zamandır misafir yüzü görmedi."
Teyzenin samimiyeti karşısında daha fazla dayanamayarak teklifini kabul ettim. Takı bohçasını sırtlayarak kalkarken yüzündeki buruk tebessüm çok çabuk fark ediliyordu. Ulu Camii'ne yakın olan evine ağır ağır ilerledik. Evin önüne geldiğimizde şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım. Ev tahmin ettiğimden de bakımsızdı. Tek katlı evinin -tabi ev denilirse- küçük bahçesi bakılmaya fırsat kalmamış kuru ağaçlarla çevriliydi. Ben garipseyen gözlerle etrafı incelerken yaşlı teyze kapıyı açmaya koyulmuştu. O gıcırtı eşliğinde açılan, çürümeye yüz tutmuş tahta kapıdan içeri girerken bende sıvasızlığıyla, boyasızlığıyla çıplak kalmış duvarlardan gözlerimi çektim ve içeri geçtim. İçeri adımımı atar atmaz burnuma bir koku ilişti, daha önce hiç bu kadar şiddetlisini görmediğim bir kokuydu bu.
Fakirliğin, yalnızlığın, bakımsızlığın kokusu...
Teyzeye olan sarılma isteğim kat kat içimde büyürken etrafı incelemeye başladım. Ev tek bir odadan ibaretti. Mutfak ve lavabo bu odaya dâhildi. Odanın bir köşesinde zor bela ayakta duran bi çekyat vardı, onun üzerinde de katlanmış bir çift battaniye. Evin içini ne bir yemek kokusu sarıyordu ne de bir kahkaha sesi. Duvara iliştirilmiş bir çerçeve gözüme çarptı ve öylece bakakaldım. Siyah beyaz olan resim yılların solukluğunu da üzerinde taşıyordu. Genç bir adam, genç bir kadın ve kucaklarında neşe ile gülümseyen iki erkek çocuğu...