Uyandı. Gözlerini açamadı ilk önce. Geceden kalma duman kokusunu çekti içine. Uyumadan evvel üst üste içtiğï sigaraların sinen kokusu hoşúna gitmişti.
Bırakıcatı sigarayı,'bu işlerden paçasını kurtardığı günün gecesinde. Ama şimdilik kafasını dağıtıcak bir şeylere ihtiyacı vardı. Sadece nikotin değildi mesele, hoşuna gidiyordu duman edebiyatı. Gece son kahvesini şehrin manzarasına doğru yudumlarken, kültablasından ince sızı şeklinde çıkan duman, ona çok edebi geliyordu. Gözlerini açmayı denedi ama beceremedi. İnsan sadece 3 saatlik uykunun ardından gözlerini açmakta oldukça zorlanır. Açsa bile algısı zayıf, görüşü bulanık ve zekası yavaş olur. Ama onun için bu saydıklarmızın tek bir anlamı vardı: Felaket.
Elini yanda duran radyolu alarmın tuşuna uzattı, bir kaç deneme sonrasında o küçük tuşa basabildi. Önce saati söyledi cihaz, İstanbul için sabah ezanı vaktiydi. Sahi neredeydi bu imam ? Binlerce kilometre uzakta. Yatakta doğruldu ve ayaklarını yere uzattı. Ellerini avuçlarının arasına aldı, gözlerini avuşturdu, tam bu sırada alarmlı radyo amatör yerel bir jazz grubunun şarkısını çalmaya başladı. Fransızca. Kendi dilin olmadıktan sonra ne kadar çekici olabilirdi ki ?
Gözlerini açtı nihayetinde, hava aydınlanmak üzereydi. Resepsiyonu aradı ve bir kahve istedi. Zorlanarak banyoya gitti ve duşakabinin yanındaki ülkemizde pek az bulunan ısıtıcıyı çalıştırdı. Birkaç dakika içinde duş için ısınmış olacaktı su. Yatağa gidip oturdu tekrar. Perdeleri açmayı düşündü ama dışarısının bi süre daha karanlık olacağını düşündü ve içi daraldı. Gecenin en karanlık vaktinde uyuyup daha hava aydınlanmadan uyanmak çok kötü bir histi. Odasının kapısı çalındı, görevli 3. Sınıf otellerin zoraki kibarlığı ve uykudan aniden uyandırılmış gözleriyle bakarak kahveyi ikram etti. Teşekkür ve ricanın ardından kahvesini aldı, kapıyı kapattı ve bardağı pencerenin önüne koydu. Sadece birkaç dakika sürecek olan duş sırasında kahveside içilebilir kıvama gelecekti.
Duşta aynanın karşısına geçyi ve vücudunu izledi bir süre. Normal durduğunda bile ben buradayım diye bağıran kasları, kalın kolları, ince kemikleri vardı genç adamımızın. Beli incecik ve omuz kasları gayet iyi geliştirilmişti. Duşakabinin kapısını açtı, içeri girdi, dalgınlıktan kapıyı kapatmadı bile hızlı bir vücuda su serpme işleminin ardından havluyu son günlerde verdiği kiloların etkisiyle iyice incelmiş beline bağladı.
Son zamanlarda kas kütlesi kaybetmişti biraz. Pazuları eskisi kadar diri değil göğüs kasları ise genişliğini kaybetmemeye direniyorlardı. Hiç bi zaman çok kütleli olmayı istememişti, fit sıkı ve kuvvetli olmalıydı. Islak yere yalın ayak basarak pencere önüne geldi. Hızlı bir hareketle perdeleri iki yana açtı ve yeni aydınlanmaya yüz tutmuş gün odanın içine hücum etti.
Pencere önündeki bir ayağı daha kısa olan ve her harekette sallanan sandalyeye oturup kahvesinden bir yudum aldı. Bu demirden yapılma kule ne kadar uzaktada olsa rahatlatıyordu onu.Kendi vatanında olmadığı ve günlerdir uykusuz kaldığı halde bir şehir nasıl bu kadar güzel görünebilirdi gözüne ? Yağmur şehri hızlıca ıslatıyordu.
Hiçbirşey düşünmek istemiyordu çünkü bu gece yarısına kadar şehirde küçük bi iş dışında hiç bir işi yoktu. Gece yarısı ise yeni bir yolculuk, bilmediği ve ilk kez göreceği yeni bir şehre. Kahvesini bitirdi ve giyinmek üzere ayaklandı. Bir sigara yakmayı düşündü, vazgeçti. Ve ani bir kararla yaktı sigarasını. Kültablasında ince duman havaya süzülürken yavaş hareketlerle kapalı renk kot pantolon, kahverengiye yakın bir bot, yarım boğazlı siyah bir kazak ve üzerine yine siyah bol düğmeli bir kaşé giydi. Kıyafetinlerini giyerken aklına altın sarısı saçlarıyla yıllardır çok sevdiği dünya güzeli kız geldi. İlk defa ondan bu kadar çok uzağa gitmişti ve bir şey olmasından,bu durumun ona uğursuzluk getirmesinden korkuyordu. Kalan bir kaç parça eşyası küçük kütük çantasındaydı.
Telefonunu, sigarasını ve zipposunu ceplerine, cüzdanı arka cebine, laptop ve tabletini ise çantasına koydu ve kapıya yöneldi. Kapıdan çıkarken durdu ve geriye döndü, odaya son kez baktı,birşey unutmadığından emin olmak istiyordu. Hergün evinden yada odasından çıkarken kapıda durup son kez içeriye bakmayı, ülkesinin güney doğusunda çalışırken adet edinmişti. Çünkü içerde birşey unutursa yaptığı işin tehlikesinden dolayı belki oraya bir daha geri dönemeyebilirdi. Hızla 3 kat aşağıya indi. Resepsiyonda durdu ve ingilizce "Ne kadar" dedi. Görevli 160 euro şeklinde cevabı verdi. Bu kadar kötü bir otelin 4 gecesinin 160 euro olmasına şaşırdı. Üstelik odada toplam en fazla 11 - 12 saat geçirdiği düşünüldüğünde.
Otelden çıktığında keskin bir soğuk ve yağmurla karşılaştı, paltosunun yakalarını dikti ama önünü yine iliklemedi. Taksi baktı ama göremedi. Yürümeye karar verdi. Gün yeni aydınlanırken insanları gözlemleyi severdi. Uykulu ve huysuz olurdu insanlar. Paris kadınlarının şıklık yarışına girdiği, birçok farklı parfüm kokusunun aynı anda burnuna geldiği ve şımarık parislilerin umursamaz bakışlarına baktı yağmurun altında.
Karşıdan gelen bir Paris kadınını inceledi, kadın bütün zarafetiyle ve endamıyla yürüyor, sokak topuklulularının verdiği ses ile yankılanıyordu. Kapalı kahverengi topuklu ayakkabı,dar siyah bir pantolon deri şeritli,yine siyah bir gömlek ve üzerinde ayakkabısı ile aynı renkteki bir püsküllü yelek vardı. Genç adamın sevdiği ile geçirdiği ilk gün,sevdiğinin giydiği kıyafetlerin aynısıydı neredeyse. Parisli kadının tek farkı kısa kumral saçları ve dik burnu idi. Küçük bir kahvaltı kafesine rastlayıncaya kadar uzun uzun,etrafı inceleyerek yürüdü genç adam. Le Petit Clere.
Neresiydi burası ? Hangi cadde, hangi sokak, acaba hala aynı şehirde miydi ? Yoksa yine kaybolmuşta haberi mi yoktu ? Kendi kendine umursamaz bir gülümseme atıp omlet ve krepten oluşan güzel bir kahvaltı yaptı. Tabi yanına birde şekersiz acı kahve.
Saat henüz 7 yi gösteriyordu ve halletmesi gereken son bir işi kalmıştı. Onu da halledip gece yarısına kadar vakit öldürmeliydi. Genelde en güzel vakti sinemalarda öldürürdü. Karanlıkta onu kimse teşhis edemez ve nakit ödeme yaptığı sürece takip edilemezdi.
Gece yarısına sadece bir saat kala taksiyle tren istasyonuna gitti. Rezerve biletini aldı ve kendisini bekleyen trenine bindi. Uykusu vardı genç adamın. Yorgundu. Zor bir gündü ve yine yalnızdı. Tren hareketlenmeye başladığında gözleride kapanmaya çalışıyordu. Kalabalık yerlerde uyumaması gerektiğini çok iyi bildiği halde, günlerin verdiği yorgunluğa daha fazla dayanamayıp göz kapaklarını serbest bıraktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Komandonun Anıları
MaceraBir Genç Adam ve Bir Dünya Güzeli, bu kirlenmiş dünyada mutluluğu bulabilecekler mi? Burayı takipte kalın. Sivilleşmiş bir özel kuvvet görevlisinin yaşadığı inanılmaz maceralar. birkomando.blogspot.com.tr enestayfur@outlook.com