Kısa bir tek bölümlük hikaye. Umarım beğenirsiniz ^-^
***
"Hayatım boyunca bu kadar acı duymamıştım. Sanki kalbime saplanan bir bıçak çok derin yaralamıştı beni. O gün annemi ne kadar sevdiğimi bir daha anladım. Öldüğü günden beri asla iyileşmeyeceğini bildiğim bu derin yarayla yaşıyorum." Irene bu satırları okuyup kitabı kapattığında saatin gece yarısına yaklaştığını fark etti. Bu kitabı çok severdi. Sanki her bir satırı onun hayatı izlenilerek yazılmıştı.Irene düşünceli bir şekilde oturduğu yerden kalktı ve kapıda asılı duran montunu alıp dışarı çıktı. Bu saatte ve bu soğukta nereye gittiğini bilmeden koşmaya başladı. Yüzüne vuran soğuk dudaklarını mosmor etmişti ama bunu umursamadığı belliydi. Nefes nefese kaldığını fark ettiği zaman yol boyunca tuttuğu gözyaşlarını annesinin mezarına doğru savunuyordu. Yavaşça diz çöktü ve mezar taşının üzerindeki fotoğraftaki gülümseyen güzel kadını öptü. Gözyaşları artık akmamaya başladığında ayağa kalktı ve geldiği yöne doğru yalpanarak yürüdü. Bu kitabı her okuduğunda -ki neredeyse her hafta okurdu- aynı şey olurdu. Her defasında acı çekerdi fakat hep inandığı bir şey vardı. Annesi onu bir yerlerde mutlaka bekliyordu.
***Alarmın çalması üzerine uyandı Irene. Pek iyi uyuyamamıştı. Eve ne zaman geldiğini dahi hatırlamıyordu. Geceden kalma kıyafetlerini değiştirme gereği duymadan kitaplarını alarak evden çıktı. Otobüs durağında ondan başka kimse yoktu. Otobüsün gelmesini beklerken cebinden kulaklığını çıkardı ve telefonuna taktı. Şarkılara kendini o kadar kaptırmıştı ki otobüsün ne kadar geç geldiğinin farkına varmamıştı bile. Otobüse bindiğinde kafasını cama dayamış ve uzun okul yolunun bitmesini beklemişti.
Derse girdiğinde elinde olmadan uyumaya devam etmişti. Öğretmen onu azarladığında karşı çıktığı için dersten atılmıştı. Ve şimdi bir kafeye oturmuş ruhunun diğer yarısını bekliyordu. Yeon -Irene'in bu hayattaki tek dayanağı- kafeye girdiğinde Irene her zamanki gibi titredi. İşte aşk böyle bir şeydi. Yağmura şemsiyesiz yakalanmak misali...
***
Irene yağmur damlalarının çatıya sertçe çarparak çıkardıkları güzel sesi dinlemekle meşguldü ki kapının çaldığını duyduğunu düşünerek merdivenlerden aşağı indi ve kapıya doğru seslendi. Cevap almasada kapıyı açmıştı ve açmasıyla çığlık atması bir olmuştu. Karşısındaki yeşil yaratık "Şeker ya da şaka" dediğinde takvime işaretlediği halde unuttuğu cadılar bayramını hatırlamıştı. Aslında Yeon ile bir partiye gideceklerdi ama onun işi çıkmıştı. Karşısındakine -büyük ihtimalle "mutluluk virüsü" gibi olan yan komşunun küçük oğlu Han'dı, çünkü bu yağmurda kimse çoçuğunu şeker toplasın diye göndermezdi- beklemesini söyleyerek mutfağa gitti ve geçen hafta okuldan gelirken yemek için aldığı çikolatayı -umarım bozulmamıştır- çocuğa verdi. Kapıyı kapattıktan sonra mutfağa yönelmiş ve bardaklardan birini alıp portakal suyu doldurarak salondaki büyük ve yumuşak koltuğa oturmuştu. Hala yağmakta olan yağmurun sesini dinlemeye dalmıştı yine. O an ona karşı özlem duygusunu asla yitirmeyeceği sevgilisini düşündü. Yüzünde minik bir tebessüm parçasıyla uyuyakaldı.
***
En sevdiği şarkıyı duyuyordu Irene. Çalan müziğin telefonundan geldiğini fark etmesi uzun sürmüş olsa da sonunda telefonu almış ve açarak kulağına dayamıştı. Arayan Yeon'un en yakın arkadaşlarından biri olan Mir'di. Mir ağzında bir şeyler geveleyip duruyordu. Irene ve Mir'in arası pek iyi sayılmazdı ama Mir şu an Irene'e normalde olandan kat ve kat samimi gelmişti. Mir olup biteni anlattığında hala Irene'in elinde durmakta olan bardak yere yuvarlanmıştı. Yerdeki bardağı umursamadan yerinden kalkmış ve koşarak yoldan geçen ilk otobüse binmişti. Hava çoktan kararmıştı. Hastaneye en yakın durakta inerek koşmaya devam etmişti. Hastane kapısından soluk solupa girmiş ve nasıl olduğunu anlamadan Yeon'un kaldığı odayı bulmuştu. Odanın önündeki koltukta başını dizinin arasına almış hıçkırarak ağlayan bir kız oturuyordu. Irene kim olduğunu anlamadığı kızın omzuna dokundu ve kızın kafasını kaldırmasıyla onu tanıdığını fark etti. Okulda defalarca görmüştü. Yanına oturdu ve neden ağladığını sordu. İşte bu kocaman bir U dönüşü olmuştu. En azından Irene için.
Hastanedeki kızdan aldığı cevap üzerine Irene o hep ıslandığı yağmurun onu hasta ettiğini anladı. Kulakları hep o cümle ile yankılanacaktı. "Erkek arkadaşım yoğun bakımda". İşte Irene yağmurun kötü yüzünü görmüştü. Lanet olası o iğrenç yüzünü. Şu günden sonra yağmur ona sadece gözyaşlarını saklamak için yardım edecekti. Hiç durmayacak olan gözyaşlarını...
***
Irene yaklaşık bir aydır evden ilk defa çıkmıştı. Ayağını yere sürüye sürüye annesinin mezarının başına gelmişti. Buruk bir gülümsemeyle annesinin resmini oksamış ve mezar taşına doğru fısıldamıştı: "Beni bir yerlerde beklediği bilmeme rağmen neden gelmedim ki yanına? Neden hayatı kendime daracağı ettim? Şimdi ne düşünüyorum biliyor musun anne? Sana gerçekten ihtiyacım var ve ben daha fazla geç kalmak istemiyorum."
Hava kararmaya başlamış, insanlar bu soğuk havada hasta olma korkusuyla evlerine çekilmişti. İşte Irene fırsattan istifade annesine kavuşacaktı. Son kez mezar taşına uzattığı elini çekti ve o meşhur Banpo köprüsüne doğru yol aldı. Belki klasik bir son olacaktı fakat Irene izlediği her filmden köprülerin altın vuruş olduğunu öğrenmişti. İşte ok bu sefer Irene'e dönmüştü. Vuruş sırası ondaydı. Gözlerini yumdu ve kendini serbest bıraktı. Hayatında yaptığı en doğru şeydi belki de bu. Ya da en yanlışı. Önemli olan bu değildi. Annesinin kollarında gibi hissediyordu kendini. Daha ne isteyebilirdi.