Hayattaki rutinliğim canımı sıkıyordu. Yalnız olmayı ben seçiyordum oysaki. O sessizliğin ve iç çekişlerin saçma huzurunu bir ben bilirim. Adımın hakkını da fazlasıyla veriyorum aslında. Ya da doğruyu söylemek gerekirse bu pekte geçerli olmaz. Ben mutsuzlukla umudun arasında sıkışıp kalmış bir dolunayım. Hâlbuki dolunay; aşkın, hayatın, umudun ve sevginin bütün halidir. Ben o parçaları tamamlayamadım. Hep eksik kalan ben oldum. Parçalarımı da bulamıyorum ve bütün olamamaktan korkuyorum. Korkmak kelimesi hayatta yaşadığımız sürece var olacak mı çok merak ediyorum. Tehlikeleri göze almış insanlar bile şüpheye düşüyor. Pekte düşünmek istemiyorum. Tam olarak benimle mutluluğunu paylaşan bir dostumun bile olmadığını açıkça söyleyebilirim.
Babam ve ben... Daha doğrusu tek varlığım ve ben, her şeyimizi biliriz. Maalesef ki şuan yurt dışında olması gerekiyor. Bense her bir köşesinde annemin kokusu sinmiş olan, hatıralarla dolu bu evi bırakıp gidemiyorum. Annemi daha çok küçükken kaybettim ben. Annesiz büyüdüm. Ve en acısı da bizi hatırlayamadan gitti. Kendine kıza kıza hastane odasında ufak bir camdan dışarı bakarak bırakıp gitti ellerimden. Annem Alzheimer hastasıydı. Bunu ilk öğrendiği zamanlar bizi, babamı ve beni, unutmaktan korktuğunu söylerdi hep. Günler, aylar geçti... Bir gün eve gelip anneme sarıldığımda bana "sen kimsin?" demesiyle başladı tüm korkular. Daha sonra defalarca özür diledi. Belki bundan fazla üzüldü, ağladı; bizi hatırlayamadığı için. Her geçen gün tükenişini izledik. Belki de aptalca yok oluşunu. Bu süreçte onun kadar yabancı hissettik dünyaya kendimizi.
Çocukluğumun onunla geçmesi için elimden gelen her şeyi yapardım. Sarı saçları ve mavi gözleriyle çok güzeldi annem. Küçükken babamın ona neden bu kadar âşık olduğunu güzel kalbini de görüp bir kez daha anlardım. Adı üstünde çocuktum işte. Hayatımın en masum günlerini pekte iyi geçiremedim. Annemde kızını doya doya göremeden unutmuştu. Ona sihirli bir değnek değmesini ve bir anda iyileşmesini isterdim. Şimdiyse her şeye tek başıma göğüs germeliyim. Yalnızım... Ama alıştım biliyor musunuz? Hani derler ya zaman alışmayı öğretir, unutmayı asla. Bende gün geçtikçe alıştım kendi benliğime. Hayatta herkesin bir sınavı vardır. Benimki de yalnızlığım. Bu sınavı vermeye alıştım ve alışacağım. Ama kalmak hobilerimin arasındayken bunu pek başaramazdım. Ben ters bir kızdım. Neşem yoktu ki benim. Tüyleri yolunmuş tavuk gibi hüzünlü, yalnız ve hissizdim.
SABAH
Alarmın dakikalardır berbatça ötmesi fazlasıyla canımı sıkıyordu. Bu eziyet miydi? Daha fazla sorgulamanın okula geç kalacağımı hatırlattığı gibi yataktan fırladım. Okul kıyafetlerimi ararken ayağım oraya buraya takılıyordu. Kıyafetlerimi de bulamayınca en sonunda pes ettim. Hadi güzel hayat açıkla niye bana iyi davranmıyorsun? Her zamanki düşüncelerim sırasında telefonum çaldı. Yine babamdı. Yine ve yine... Her sabah aralıksız bir şekilde beni aramaktan vazgeçmedi, vazgeçmeyecek. Uzun bir iç çekişin ardından elim telefon ekranına istemsizce gitti. Hiç neşesini kaybetmeyen sesini, telefonu kulağıma dayadığımda fark ettim. "Günaydın mozaik pastam". Asla bu söz değişmeyecekti. Küçüklükten beri benim ikinci adım mozaik pastaydı. Ne kadar ilginç değil mi? Bunun hakkında çok anımız vardı. Düşünceleri bir kenara bırakıp cevap verdim. "Günaydın". Ritim tutarak şarkı söylediğini biliyordum. Bu adam böyle enerjiyi sabah sabah nereden alıyor? Aceleyle, elimde tuttuğum bardağı kırdığımda acı bir inilti çıkardım. Babamın "Hey neler oluyor orada?" demesi pekte ilgimi çekmemişti. Bir şey duyacak halde değildim. Zorlukla tezgâha yaslandım ve telefonu yüzüne kapattım. Kanlar akıyordu. Bu benim için berbattı. Okuldaki gösteride görevliydim. Fakat ona ne kadar eminsem, mikrofonu tutabileceğimden de bir o kadar şüpheliydim. Hemen bir bez olup sardım elimi. Yani böyle bir günde bir tek bu eksikti. Babamın tekrar tekrar araması , artık sinir bozucu bir hale gelmeye başlamıştı. Yine meşgule attım ve kısa bir mesaj yazdım.
" Ufak bir kesik sadece , aramaya devam edersen kanamaya devam edecek. Seni seviyorum.."Kısa bir süre sonra kanaması durmuştu, ama babama söylediğim gibi ufak bir kesik değildi ve canımı yakıyordu. Saate baktığımda eğer biraz daha oyalanırsam geç kalacağımı fark ettim. Çantamı alıp , hızla evden ayrıldım. Kulaklıklarımı takıp bisikletime atladım. Ellerim yüzünden direksiyonu tutmakta zorlanıyordum. Hatta neredeyse düşecektim. Olabildiğince yavaş bir şekilde gitmeye çalıştım. Okula geldiğimde çok da geç kalmadığımı görmek beni rahatlatmıştı. Bisikletimi raylı sisteme kilitlerken zorluk çıkacağını anladım. Kilidi sertçe bastırmam gerekiyordu. Pes edip yan taraftaki duvara dayadım. Hangi ahmak bisikleti çalabilirdi ki sonuçta ? Saçma düşüncelerimden kurtulup , bahçedeki eşeklere baktım. Eşek mi edim ben ? Ay çok pardon ! Canım arkadaşlarım demek istemiştim. Bahçenin ortasında öküz gibi koşturmak , yüzsüzce kızları kovalamak aptallığın ta kendisiydi. Ve bu aptallığa hiç bir zaman dahil olmayacağıma adım gibi eminim. Eşsiz huzurunu tattığım sessizliğimi bozan , omzuma dokunan bir çift el oldu. Arkamı döndüğümde pala bıyığı ve kirli sakalıyla , yakışıklı öğretmenim duruyordu. Kollarını iki yana açıp " İki dakika sonra , sahnede son prova için seni bekliyor olacağım. " diyerek hızla uzaklaştı. Bu adama gözlük takmasını en başından beri öneriyorum. Resmen kördü ve ellerimi sardığımı bile görmeden " hodo porovoyo " diyordu. Bu gerçekten çok sinir bozucu. Zaman kaybetmeden sahneye doğru ilerledim. Otoparkın yanından geçerken , büyük bir otobüs ve önünde hiç tanımadığım bir çok insan vardı. Ne yaptıklarını anlamaya çalışırken. Kıvanç hocamın seslenmesiyle sahneye doğru koştum. Ellerimi fark etmiş olacak ki ; " Ellerine ne oldu Dolunay ? " diye bir soru yöneltti. " Sabah elimde kırılan bir bardak yüzünden , ellerim kesildi. " dedim yüzümü buruşturup. Ellerimdeki sargı bezini açtığındaki görüntü içler acısıydı. Hemen gidip ilkyardım dolabından bir şeyler getirdi . " Sanırım bunlar az da olsa acını dindirir " dedi ve getirdiği merhemleri elime sürdü. Bunlar daha çok acıtmıştı. Hayatta anlam veremediğim şeylerden biri de şu : Acımızı dindirecek hatta yavaş yavaş onaracak bu tür şeyler neden öncesinde bizi daha çok yorar ve canımızı yakar ki ? Bu düşüncelerden kurtulup tekrar elimi sardım. " Ben hala mikrofonu tutabileceğimden emin değilim " diye ekledim.
" Ben bir şeyler ayarlayacağım sen merak etme. " dedi ve uzaklaştı sayın düşünceli öğretmenim. Sahneye doğru ilerlediğimde gördüğüm ayaklı mikrofon resmen günü kurtaracak şeydi.
" Bu işini görür herhalde. " dedi ve gülümsedi. Bende aynı şekilde karşılık verip büyük bir mutlulukla başımı salladım. Kısa bir provadan sonra insanlar yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. Okulumuzun orkestrası son hazırlıklarını yapıyordu. Arda ses sistemini kontrol ederken yere yatırılmış olan mikrofon ayaklığının üzerine bastı. Lütfen kırılmış olmasın. Lütfen , lütfen , lütfen ... Ve mikrofonun hazin sonu , kırılmıştı. Beni büyük hüsrana uğratan bu olaydan sonra , ne yapacağım düşüncesi hüsranımı daha da arttırmıştı.
"Elinle tutmak zorundasın. " diyen öğretmenimi boğmam an meselesi. " Söylemiyorum ulan! " diye haykırmak gelse de içimden , bunu yapmadım. Saygılı ol Dolunay , diye geçirdim içimden. Provada bile sonum olan mikrofonu bu ellerle tutmak zorundaydım. Ve yine bir yalnızlık , yine bir Dolunay itemi.. Hayat benimle cilveleşiyordu resmen! Fakat anlamıyordu ki , ben bu cilveye katlanabilecek bir kız değildim. Ne yaparsın , hayat işte diyerek geçiştirmem neden sevilmediğime kanıt olabilirdi. İçimde dönen kelime fırtınasına son verip dakikalar sonra söyleyeceğim şarkılara odaklandım..
Kantinin önünde bir o yana bir bu yana dönerken ellerimin gerildikçe acıdığını hissedebiliyordum. Yok olmayacaktı. Başka güne alsalar olmaz mıydı? "Ne saçmalıyorsun Dolunay ? Yüzlerce kişi bugünü bekliyor" diyen iç sesime noktayı koyup kendime ayırdığım dakikaların sonuna geldiğini gördüm. Yavaş adımlarla alt kata indim. Salon dolmaya başlamıştı. Hatta herkes neredeyse yerli yerindeydi. Ufak bir konuşmadan sonra sıra bendeydi. Terliyor muydum ben ? Sakin olmak ruhumda olmalıydı. Fakat sakinliğin "s"si bile bana yabancıydı. Öğretmenimin klasik konuşmasından sonra anonsumu duydum. Ellerim felaket derecede titriyordu. Ayaklarım geri geri giderken ittiren kızların sayesinde kendimi sahnede buldum. Çok güzel , şimdi ben bu mikrofonu nasıl tutacaktım. Zar zor elime aldığım mikrofonun elimden düşmesi an meselesi, orkestra çalmaya başladığında heyecanım tavan yapmıştı. Ve bir ......" Anladım sonu yok yalnızlığın.."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
~ DOLUNAY ~
Teen FictionTESADÜFLER HER ZAMAN İYİ MİDİR? Hayatın karşımıza çıkardığı en ufak şey bile bazen umut ışığı olup bizi karanlıktan kurtarabilir. Bazen de bu olanlar tüm yaşananlara perde olarak çekilir. Şimdi Dolunay'ın yalnızlık dolu , solgun hikayesine bir renk...