Ne kadar da negatif bir gün diyerek yataktan kalktım. Bir pazartesi daha öğrenciler üzerinde egemenliğini ilan etmiş, sabahın köründe uyanmamızı sağlıyordu. Bize de boyun eğmek düşüyordu.
Bir kaplumbağanın yürüyüşünü canlandırıyordum. Yüzümü yıkayıp yarısı kapalı olan gözlerimi tam aralamaya çalıştım ama başaramadım. Ben de aynada kendimi görebilmek için aynanın dibine girdim. Fakat yaklaştıkça gözlerim tamamiyle kapanmaya başladı. Bilincim de gitmeden aynadan uzaklaştım.
Sürüne sürüne kendime kıyafet seçtim. Okulun son ayları olduğundan serbest gidiyorduk. Gözlerim hala yarı kapalı olduğundan elime geçen ilk kıyafeti giydim. Sonra giydiklerime bakmam gerekecekti.
Üzerimi giymemi tamamladığımda zorla da olsa gözlerimi açtım. Beyaz dizüstü bir etek üzerine gri bol kesim bir tişört giymiştim ve tişörtü eteğin içine atmıştım. "İyi yaa" diyerek çantamı tek omzuma aldım ve odadan çıktım. Sabahları kahvaltı yapamadığımdan annem babamı yolcu ettikten sonra tekrar yatmıştı.
Ben de kapıyı çekip evden çıktım ve durağa doğru yürüdüm. Neyse ki yürürken açılabilmiştim. Dolmuş beklememe gerek kalmadan anında gelmişti. Ben de bunun sevinciyle gülümsedim. Hayat bize her zaman götüyle gülmüyormuş demek ki.
İşte dolmuşa bin, dolmuştan in okula gelmiştim. Bugün içimde bir huzursuzluk vardı nedense. Altıncı hissim mi kuvvetli benim acaba? Ay kötü bir şey mi olacak yoksa bugün? Yine her zamanki gibi 'hayırlısı' diyerek bu düşünceyi şimdilik geçiştirdim.
Sınıfa girdiğimde cam kenarındaki üçüncü sırada yerimi aldım. Rüya dahaca gelmemişti. Ben de oflayarak beklemeye başladım. Zaten sürekli bir şeyleri bekliyorduk. Üzgünsek mutlu olmayı bekliyorduk. Hasta olsak iyileşmeyi bekliyorduk. Akşamları güneşi bekliyorduk. Sabahları yıldızları bekliyorduk. Yazın kışı, kışın ise yazı bekliyorduk. Sevdiğimizde sevilmeyi veya sevildiğimizde sevmeyi bekliyorduk. Okula gitmek için dolmuş bekliyorduk.
Son cümledeki saçma düşünceme sırıttım. Bu arada Rüya çantasını sıraya bırakıyordu. "Neye sırıtıyosun?" dedi ve yerine oturdu.
Omuz silktim. "Hiiç."
***
Rüya'yla beraber kantindeki masalardan birinde oturuyorduk.
"Cumartesi günü dedemlerdeydik." dedim konuyu bodoslama açarken.
"Bu garip bir şey mi?" dedi benim canım arkadaşım salak Rüya.
"Farklı bir şeyler anlatcaz herhalde kızım. Bozma." dedim ve eliyle devam et işareti yapınca devam ettim. "Dedemin bir arkadaşı geldi. Tabi bu sorun değil. Adamın arkasından kapıyı kapatacakken biri kapıyı durdurmasın mı?"
"Durdursun mu?"
Kafamı salladım. "Durdursun. Yani durdurdu. Neyse işte. Böyle gözlüklü bir çocuk. Edebiyat notumu bilirsin. O yüzden fazla betimleyemicem. Ben tabi bunu içeri aldım. Sonra dank etti bana bir şeyler. Ya hırsızsa dedim."
"Hırsız mıymış?"
"Yok ya. O düşünce mallığımdan oluştu. Dedemin arkadaşının torunuymuş."
"Hangi arkadaşının?"
"Az önce dedim ya. Beni düzgün dinle. İşte biraz sonra bunlarla dedemin portakal bahçesine gittik. Dedemin arkadaşı bahçeyi almak istedi ama dedem vermedi neyse ki. Bana miras bırakacakmış." dedim ve sırıttım.
"Adamın günahını alıyodun bir de bana miras bırakmıyor diye. Ee, başka ne var anlatacak?"
"Melih var anlatacak."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gökyüzü Pembeleşinceye Kadar
HumorHikaye, ana karakterimiz Gülce'nin etrafında dönüyor. Gülce eğlenceli ve genellikle mutlu biri. Bazen sıkılabiliyor. Ama sıkıldığı zaman "Bu da hayatın tuzu, biberi," deyip tekrar mutlu hayatına geri dönüyor. Kızımızın hayatı tabi ki her daim neşeli...