[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]

2.8K 150 45
                                    

Multimedya: Ecrin

[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

[ Bölüm Otuz Beş: Büyük Gün ]

Yaptığım her şey boşa bir uğraş, zaman kaybının sözlükteki birinci anlamıydı; bana karşı çıkması, salona adımı atmamla tomurcuklanmış, zehirli bir çiçeğin bileşenlerine sahip sözleri, çoktan ağzımda ekşi bir tat bırakmıştı: 'Seni seviyorlar mı? Seni sevdiklerini söylüyorlar, değil mi?'

Oktay, anneme göğüs gerebilir, beni bu evden kurtarabilirdi, ancak onu aile sıkıntılarıma dahil etmek istemiyordum. Aynı şekilde yaşadığım yeri görmesini de arzulamıyordum; bu sebeple çoktan kararımı vermiştim ben: Evden kaçacaktım.

Nitekim evden kaçmakta da başarılı olmuştum, ancak peşimden Enver'i de sürüklemem gerekmişti. Beni tehdit etmişti; annemi arayacağını söylemiş, zira bana bir şans bırakmamıştı.

Öte yandan, Büyük Gün adını verdiğim, pazar akşamındaki rolüm kafamı kurcalıyordu. Oktay'dan öğrenmek istediğim o kadar çok şey vardı ki, dört gün boyunca bir kez olsun bu konuları açmamak çatlamama sebep olmuş, sonrasında hepsini erteleyebileceğimi düşünerek Oktay'ın ailesel söylevlerine ayak uydurmuştum. Fakat bu, yaptığım hatalardan biri haline gelmişti: Ertelemenin kaçınılmaz sonunu, nitekim bu olayları unutmayı seçer konumdaydım.

Enver'le geçirdiğim on beş dakikalık metro yolculuğunun ardından buluşma noktasına gelebilmiştik. Akşam yemeğini yiyeceğimiz restoran, altın renkli bir köpük kıvamındaydı; sandalyeler rahatsız edici bir diklikte, oturanların çatal bıçak sesleri ise kısa ve bir o kadar da küçük konuşmaların önderi, masa örtülerinin zengin parlaklığı da garsonların bir pozisyona giremeyen gözlerinin sebebiydi. Lükstü, hava karardıkça kalabalıklaşan bir yerdi, ancak bana hitap etmeyen bir ortama sahipti.

Hemen önümde beliren görevli, rezervasyonumun olup olmadığını sorduğunda ona gerekli bilgileri ilettim ve teras katına çıkmamı, masa kırk beşe gitmemi söyledi. Enver'in yüzündeki tuhaf gözlüklere bakıp gülecek gibi olduğundaysa garson adam kendini tuttu, saygıyla önümüzden çekildi.

Çıktığım merdivenler ve yürüdüğüm onca yol yüzünden bacaklarımın kopacak, bedenim yere serilecek gibiydi, ancak gördüğüm teras manzarası, her şeyi unutturacak kadar büyüleyiciydi. Yağmur bulutları, koyu maviye bürünen gökyüzünü kapamamıştı; şehrin belirli bölgelerinde minik kümeler halinde, binalardan ve evlerden yansıyan sarı-beyaz ışıklar eşliğinde, yeşil ağaçları mavi gökyüzüne değdirmekteydi. Orman karanlık, ancak ilk defa korkutucu değildi.

Kendimi bu manzaradan almam, Oktay'ın gülümsemekten kırışan göz çevresi ile oldu. "Selam," diyerek beni kendisine doğru çekti, sıktığı parfümünün ferah kokusu burnuma hücum etti. "Çok... Çok güzelsin," diye kulağıma fısıldadı.

"Teşekkürler," diye nazikçe gülümsedim ve sağlıkla yanan beyaz tenini, gözlerini, şeklini hiç bozmayan düz, fakat doğal görünen kahverengi saçlarını inceledim. "Sen de öylesin," dedim ve doğru kelime için birkaç saniye düşünerek, "Çok şıksın," diye ekledim.

NOKSAN | ✓Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin