Gazel olmuş çınar yaprakları ormanın tabanına öyle yayılmıştı ki toprak görünmüyordu. Niçin o patikayı bulmaya çalıştığını veya niçin yine aynı olayın içinde olduğunu bilmiyordu. Hafif bir yokuşun altından yukarı doğru yürüyor, yürüyordu. Üzeri koyu yeşil yosunlarla bezeli yassı bir kayanın kenarından ilerlemeliydi. Hep öyle oluyordu çünkü. Tam yosunlu kayanın kenarından geçerken işte yine ayağı bir şeye takılmış, tüyleri diken diken olmuştu. Kuru yaprakların altından dışı örümcek ağı veya kuruyup buruşmuş deri sarmalı gibi bir maddeyle kaplanmış bir şey çıktı. Nereden bulduğunu bilmediği bir çalı parçası ile gazellerin arasında ayağına takılan o şeyi kurcalayınca içinden simsiyah ve kocaman bir yılan çıktı. Yılan kış uykusuna yatmış olmalıydı çünkü sersemlemişti. Yüreğini ve tüm bedenini dehşet bir korku kaplamış, gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Aceleyle yılanı öldürüp kafasını ezdi. Kafasını mutlaka ezmeliydi çünkü kafası tamamen ezilmeyen yılanların bir şekilde iyileşip daha sonra intikam almaya çalıştığını pek çok kişiden dinlemişti. Yılanı öldürdükten sonra rahatlayınca aklına ünlü Hint bilgesi Mahatma Gandhi geldi. Kobralarla dolu bir ırmağın kenarına yaptırdığı okula gelen öğrencilerine yılanlara dokunmamalarını tembihlemişti. Hakikaten de hiçbir yılan hiçbir öğrencisine dokunmamıştı. Sonra yaptığının yanlış mı doğru mu olduğunu sorguladı. O Gandhi değildi, yılanlara güvenemezdi. Kendini korumak için yılanı öldürdüğünü düşünüp vicdanındaki azap zerresini de buharlaştırdı. Bu sırada tüm bedeninin terden sırılsıklam olduğunu fark etti. İşte bu denli buhranlı bir kâbusu zırıl zırıl çalan cep telefonu bitirdi.
Yıllardır aynı rüyaları görüp güne kan ter içinde başlamaktan gına gelmişti.
"Allah'ım, bu iğrenç rüyalar ne zaman bırakacak peşimi? Bütün vücudum ter içinde. Yastığım bile ıslanmış. Artık kurtar beni bu rüyalardan..."
Yarı uykulu bir şekilde telefonu açtı. Cumartesi sabahı kimseden bir telefon beklemiyordu.
"Alo!"
"Mert Bey'le mi görüşüyorum acaba?"
"Evet, benim buyurun."
"Mert Bey, ben İlçe Milli Eğitim Şube Müdürü Dinçer Bektaş. Öğretmenlik başvurunuz için aradım. Sizin için uygun bir yer bulduk. Aybastı'ya bağlı Bozçalı diye bir belde. Orada istediğiniz kadar çalışabilirsiniz. Ne dersiniz, adınızı yazalım mı oraya? Başka yerde boş kadro bulup öğretmenlik yapmanız imkânsız."
Önce piyango vurmuş gibi bir his... Sonra sevinç... Sonra merak... Kısa bir kararsızlık çünkü Bozçalı diye bir yeri daha önce hiç duymamıştım. KPSS engelini aşıp atanmam bir ütopyadan ibaret olduğuna göre bu teklif kaçırılmamalı. Fırsatlar yaz yağmuru gibidir, derler.
"Tabii sayın hocam. Seve seve çalışırım."
"Tamam Mert Bey, pazartesi günü daireye uğrayıp gerekli bilgiyi bizden alın. Hayırlı olsun."
"Teşekkür ederim hocam."
Kısa süren sersemliğimi üzerimden atıp sevinmeye başladım. Derhal telefonumdan Google Harita'yı açıp Bozçalı'yı bulmaya çalıştım. Ordu'nun iç kesimlerinde, yaylaların arkasında bir yer görünüyordu haritada. Yirmi üç yaşında, bekar bir erkeği il merkezindeki güzide bir okula verecek değillerdi ya! Bu yurdun en ücra köşesi bile bizim için kutsalsa şehir–kırsal ayrımı yapmak idealist bir öğretmene yakışmazdı elbet. Gerçi başka seçeneğim de yoktu zaten. Evimin penceresinden caddeyi izlemeye koyuldum. Üniversiteyi bitirdikten sonra yerleştiğim evin daracık camından dünyaya açılan tek pencerem orasıydı. Belki bir ailem olsaydı her şey çok daha farklı olurdu. Şimdi benim için kaygılanır veya heyecanlanırlardı. Belki de şu an annem sıcacık bir kahvaltı hazırlar, bana tebessüm eder, beni sever ve okşardı. Babam gazete okur, bana çıkışır veya arkamda bir dağ gibi dururdu. Ne kadar da güçsüz olduğumu belki bininci kez yine fark ettim. Hayatın bir kenarına itilmiş pespaye bir varlıktan farkım var mıydı? Yetiştirme yurtlarının soğuk duvarları, soğuk elemanları, soğuk yemekleri yüreğime yüzlerce paslı mıh saplamış, kanatmış, kanatmış, kanatmıştı. Yine de devletime karşı içimde müthiş bir vefa borcu vardı. Beni almış, beni büyütmüş, yetiştirmiş ve bu günlere getirmişti. Hayatın tüm planına rağmen devam etmek zorundaydım. Yaşamak neydi ki zaten? Dar bir patikada ağır ağır yürüyen bir ticaret kervanından farkı var mıydı hayatın. Küsüp bir kenarda öylece durmaktansa kervanın temposuna katılıp gündelik hayatın telaşlarına kapılmak her zaman daha iyi bir çözümdü. Caddeye çıkıp benim de o insanlardan biri olduğum fikrini kendime ispatlamak gerekliydi. Öyle de yaptım. Dışarı çıkıp biraz alışveriş yaparak pazartesini beklemeye başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VAMPİR TUZAĞI
VampireKimsenin görev almak istemediği gizemli bir dağ köyünde öğretmenlik yapmayı kabul eden Mert, kendisini hiç beklemediği bir maceranın içinde bulur. Bu köyün kendisi kadar insanları da gariptir. Bir an önce öğrencileriyle tanışmak isteyen Mert öğretm...