doksanlar

53 6 0
                                    


Ben iki kapılı bir evde dünyaya geldim. Ön kapımız çocuk seslerinin kesilmediği, arabaların gelip geçtiği hareketli bir sokağa bakıyordu.
Doksanlı yıllardı... O yıllarda evler müstakil ve bahçeliydi... Bahçeler evlerin gelinliği sayılırdı. Bahçesi olmayan ev gelinlik giymeden evlenen geline benzerdi. Ne alt katımızda Ayşe ne de üstümüzde Fatma teyze vardı. Bu yüzdendir ki ne ayaklarımızın altına aldığımız ne de sırtımızda taşıdığımız insanlar vardı. Herkes aynı çizgideydi sanki. Evler birbirine mesafeliydi, tek sınırımız birkaç dut veya kavak ağacıydı. Kimse diğerinin sınırına girmezdi çat kapı gelen o yegâne komşularımız dışında...
Henüz insanların aralarına kalın, yüksek duvarların örülmediği yıllardı doksanlar... Sayıların bu denli önemli olduğunu, değişimin ta kendisi olduğunu hesap etmeden yaşardık. Dağların zirvesine kurulmuş daima esen bir tepeydi. Bundandır ki ovalarda yaşayamam ben. Hemen yorulur ayaklarım, eriyip gider nefesim.
Aile planlaması henüz yoktu. Her evde kısa yaş aralıklı en az üç dört çocuk yaşardı. Evler cıvıl cıvıldı. Kardeşlerin gerçek anavatanın bir ana olduğunu öğrendim ve bencilliğimi yendim. Toplumda kim olduğumu, insanların ne olduğunu ben orada, ön kapıda örgendim. Yasamın bir oyuna benzediğini ve bir zaman gün ağarınca evimize döneceğimizi, gruplaşmayı ki böylece aynı renklerin hep bir arada olacağını; siyahın beyazın, mavinin hiç bir zaman harmanlanmayacağını fark ettim.
En çok saklambaç oynamayı severdim. Oyuna bir durak, bir molaydı kaybolmak. Fakat en çok beni bulamadıklarına üzülürdüm. Gruptan ayrı bir dünyada tek başıma olduğumu bilmek ürkütücüydü çünkü. Zaman zaman uzuneşek oynardık ki birbirinin sırtına binmeyi, bazen insanların eşekten farksız olabileceğini, güçlüyü, zayıfı, lideri yorulup pes etmeyi ben orada arka kapıda öğrendim. Orası benim görünen dış dünyamdı, güneş orada doğar, hayat orada yaşanırdı. Arka kapı ise ıssız sessiz sedasız kendi halinde bir yerdi. Ön kapının yorduğu ruhumu orası dinlendirirdi. İki farklı dünyada yaşıyordum sanki. Toprağı eker, fidan dikerdik. Solucanlara, karınca yuvalarına rastlardım. Böylece yer altında da bir hayat olduğunu gördüm. Ağaçları, çiçekleri, yaprak dökümünü izlerdim. Sanki rüzgâr yalnız orada eser, yağmur oraya düşer, toprak orada kokar, dört mevsim orda yaşanırdı. Doğayla hiç bu kadar haşır neşir olmamıştım. Neydi yasamak derdim hep. Sahi neydi? Güneşin doğduğu ön kapı mı yoksa battığı arka kapı mı? derken bir yanım hep coşku bir yanım hep hüzün oldu benim...
Zaman ne yavaş akardı. Sessiz bir şarkı gibi zamanın notalarına sadece mırıldanarak eşlik ederdik. Zaman gibi ruhumuz da akıp giderdi düşen her yaprağın ardından. Hangi kıyıda sükuta erecekti son nefesimiz kim bilir?...

AFORIZMIK DALGALARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin