~Mektup

159 10 1
                                    

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kız kulesinin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü çocukları olur...

-Bedri Rahmi Eyüboğlu



1632-Konstantiniyye

İKİ güzel mavinin birleştiği ince çizgiye kaydı gözlerim ilk önce. Ardından oradan yükselen sarı ve parlak ışığa sabitledim bakışlarımı. Hava da uçan martılar eteklerime dalıp çıkıyorlardı. Uzaklarda birkaç balıkçı teknesinin geceden bağlanmış halatları bir bir çözülüyordu. Dualar ile başladıkları işleri rast giderse mutlu mutlu dönüyorlardı evlerine. Olmadı, hayırlısı deyip ertesi güne hazırlık yapıyorlardı. Camiden çıkan adamlar dükkanlarını çoktan açmış, siftahlarını bekliyorlardı. Dükkanlarının önünde bir tabureye oturmuş, ellerinde kehribardan oyulmuş boncukları olan tesbihleriyle 'ya Sabr' çekerken çehrelerine vuran gün ışığı gözlerindeki telaşı, hüznü, endişeyi, heyecanı, sevinci belli edercesine parlıyordu. Günlük yaşamın getirdiği sıradanlıktan kimse dert etmiyordu. Her gün aynı vakitte aynı yerde eve ekmek götürme derdi olan esnaf, sıcak yataklarından kalkıp mektep yolunu tutmuş bebeler ve herkeslerden önce kalkıp ev halkını uyandırıp doyuran, giyindirip gönderen analar... Günün ilk saatleri...

Konstantiniyye yeniden, yeni bir güne uyanıyordu ve ben, Kız Kulesi -öyle derlerdi bana- bu anın tadını her zaman ilkmiş gibi çıkarıyordum.

Bu sıradanlık beni hiç rahatsız etmezdi. Mutlu ederdi. Her gün ta karşıdaki Üsküdar halkını izler, dertlerine, sevinçlerine, şamatalarına ortak olurdum. Onlarla eğlenir onlarla üzülürdüm. Eteklerimde yüzen teknelerle yanımdan geçer, bana selam vermeden ilerlemezlerdi. Sabahları iki mavinin, geceleri de iki karanın arasındayken bile yalnız hissetmezdim. Ruhum her zaman onların yanındaydı.

Ta ki, ruhumu titreten, eteklerimi dalgalandıran, dizlerim olsa bağını çözdüren, kalbim olsa pır pır ettiren, beni edalı bir yara döndüren o müthiş, heybetli ve başımı döndüren, her gördüğümde daha da hayran kaldığım, daha da kavuşmak arzusu ile yanıp tutuşuğum Galata'yı görene dek.

Bulutlara kadar yükselen heybeti, etrafına yaydığı görkemi, tüm Konstantiniyye'yi gören ve büyüleyen ihtişamı ona olan aşkımı her gün her saat her saniye depreştiriyordu. Her yanım, her parçam ona ulaşmak istiyordu. Bunu öyle istiyordum ki... ona ulaşmayı o kadar çok istiyordum ki!

Lakin, ona olan aşkımdan emin olduğum kadar, onun benim hakkında bir şey düşündüğünden emin değildim. Benim farkımda mıydı, beni biliyor muydu? Hiç, hiç bilmiyordum. Koca denizin ortasında, sadece ona bakıyor onu izliyor ve olması güç bir düşün hayali ile yaşıyordum.

Yine böyle bir hayalin ortasında kalbime yakın bana uzak olan sevdiceğimin olduğu yerde bir gümbürtü koptu. İnceden titredi ruhum. Korktum. Bir şey mi oluyordu yoksa sevdiğime? Zarar mı veriyorlardı ona? Benim dokunamadığım, seyirlere doyamadığım canımın parçasına kim zarar verir? Kimdir o hadsiz?! Gelen seslere kulak kesildim.

En sonunda gördüm.

Gencecik bir adamcık vardı Galata'mın tepesinde. Sırtına büyükçe bir şey takmıştı. Canına mı kıyacaktı acaba zavallıcık. Pek yazık, çok da gençmiş. İnsanların ona bağırdıklarını duyuyordum.

"İn oradan!", "Bre deli! Uçmak senin neyine?", "Ne yedirdiniz bu adama!"

Duyduklarıma inanamıyorum! Bu adam kafayı yemiş! Ciddi ciddi uçacak mıydı, uçabilecek miydi hatta oradan ? Ama düşer, ölür. Hiç normal değil hem de hiç. Bu gün Kostantinniyye hiç normal değil. Böyle tuhaf olaylar olmazdı buralarda. Bu deli adamcık ne iş almaya çıkmıştı ki ta Galatamın tepesine. Onu da rahatsız ediyordu halkı da. Kellesi tez elden vurula!

BİZ İSTANBULHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin