Chase, hayatımda olduğunu kavradığım her anda, içine kapanık siyah bir çocuktu. Üzerine tüm hüznünü giyer belki kaldırmaya değer görmediğinden; belki göreceklerini istemediğinden başını kaldırmazdı bile. O küçük apartman dairesinde, sanki mümkün olabilirmiş gibi, kaybolup gitmeyi arzulardı.
Chase yaşamımın fırtınalı yanıydı, dinmesini hiç istemediğim bir acı gibi.
Bizim bir tanışma sahnemiz ya da birbirimizi tanımaya başladığımız özel bir an yoktu. Biz sadece bizdik. Varoluş anımızdan beri birbirimize sahiptik; sırlarımızla, karanlıklarımızla ve asla kabul etmeyeceği gri ışıklarımız ile.
Chase kendisini her zaman gölge olarak tanımlardı. Bir rengi olmadığını iddia eder; bir ışığa sahip olmak şöyle dursun, gerçekliğinin güneş kadar parlak birinin olmadığı müddetçe yapay bir bağımlılığa mahkum kalacağı konusunda benimle saatler sürebilecek bir tartışmanın içine girerdi.
Tüm bunlara rağmen ben, Chase'in başlı başına bir sembol olduğunu biliyordum. Varoluşumun sembolü.
Göğsüme sıkıca bastırdığım bir saksı begonya; kapının önünde beklediğim ve zihnimin akıntısına kapılıp, kaybolduğum tüm bu süre boyunca kolumu uyuşturmuştu. Avuç içime batan anahtarın varlığını yeni fark etmiş gibi irkildim. Kim bilir kaç dakikadır bu haldeydim.
Yeterince zaman kaybettiğimi düşünerek kapıyı açtım. Havasız olmasına şaşırmadığım bir tutam duman kokusunun da karıştığı bu ev her zamanki pervasız tavrı ile beni karşılıyordu.
"Chase?"
Başımı koridordan uzatırken seslendim. Hoş, evde olsa bile cevap verecek değildi. Hızlı birkaç adımla koridoru geçip onu, salonundaki tek kişilik koltukta önündeki eskiz defterine eğilmiş dikkatle bir şeyler çizerken buldum.
Chase ailesini kaybettiğinden beri hayatını şehir merkezindeki küçük bir galeri için çizim yaparak kazanıyordu. Çizim yapmak kalem tutmayı öğrendiğinden beri yapmaktan keyif duyduğu tek şey olsa da bu işten pek memnun olmadığını biliyordum. Kendine ancak yeten ücreti değildi bu işte onu rahatsız eden, birilerinin çizimlerine bakıyor olmasıydı.
Begonyaları amerikan mutfağının tezgahına, sırt çantamı ise hemen yanına bıraktım. Chase varlığımdan zerre etkilenmemişe benziyordu. Ses çıkarmamaya çalışarak arkasından dolaşıp koyu renkli perdeyi açtım. Karanlığa tamamen alışmış olmalı ki, ensesine çarpan ışıktan duyduğu rahatsızlığı homurdanarak belirtti. Penceresini de aralayıp içeriye hava girdiğinden emin olduğumda, her zamanki gibi başını çevirip gümüş gözlerini bir süre üzerimde gezdirdi.
Odaya sıcaklık katan, kalemin kağıda sürtme sesi kesilmiş olsa bile kaleminin uzun parmakları arasında nasıl da küçük, nasıl da kırılgan göründüğünü düşündüm.
Güldüm. Her seferinde gelip alışmış olduğu düzeni bozarak onun için başka bir düzen oluşturduğumu (hatta biraz hoşuna gittiğini) kabullenmek istemiyordu.
"Ben görevimi yapıyorum." dedim yüzünü buruşturduğunda. "Sen yerine getirmediğin için bana kalıyor yani."
Cevap vermeden defterine döndü. Çizdiği şeye devam etmedi. Bekledi, omzumu duvara yaslayarak bir şeyler demesini bekledim.
"Bugün hangi çiçeği getirdin?"
Tonlaması meraklı ya da cevap bekler gibi değildi. Sadece sormuştu işte.
"Begonya." dedim. Benimle konuşmaya çalışma çabasını bırakacağını bilerek, uzatmadan. Zaten ne çiçekleri ne de konuşmaları unursardı.
"Umarım yine solup gittiklerinde bana kızmazsın. Çünkü, her seferinde evime çiçek bırakıp giden sensin."
Kalem ve kağıdın birbirlerine sokularak çıkardığı, uyumlu ama dengesiz ses yeniden yoldaşlığına başladı.
"Evet, senin için getiriyorum."
Dudakları arasından alaycı, umursamaz bir ses çıkardı. Defterine odaklanmaya çalıştığını yanından geçerken fark ettiğim çatık kaşlarından anladım. Çizdiği her ne ise fena halde önemsediği belliydi.
"Chase." dedim kızgınlıkla.
Umursamayacağını bildiğim halde sıkıntıyla nefes alıp mutfak tezgahında yalnız bıraktığım begonyaları yeniden kucakladım. Odasındaki solmuş defnelerin yerine koymayı planlamıştım. Yönümü koridor ve biraz ilerisindeki yatak odasına çevirdim.
İçeriden yayılmaya başlayan müzik sesi, çizdiği resmin son dokunuşları için ilham kovaladığının işaretiydi. Gülümsedim, o resmi ve daha nicesini hiç göremeyecektim ama dinlediği şarkının da sarhoşluğu ile resim hakkında güzel hislere kapıldım.
Evin kalanı gibi havasız, karanlık odasına girdim, tazecik begonyaları bıraktım. Yeniden ellerimde solmuş defneler ile yanına dönerken içeriden seslendi.
"Umarım yemek getirmişsindir Akina."
İçeri girdiğimi gördüğünde, akan zamanın dışına taşan gülümsemelerinden biri ile karşıladı beni. Tek gamzesi belli belirsiz yanağını süslemişti. Resmin güzel gittiğinin habercisi bu tatlı gülümseme Chase'in daha iyi olduğu zamanlarda da yüzünden eksik olmazdı.
"Hayır getirmedim ama kimin getirebileceğini biliyorum ve merak edersen diye söylüyorum, kesinlikle geçen seferki Çin lokantasını kastediyorum."
Tam karşısındaki boş ikili koltuğu işaret etti. "Otur şuraya ben söylerim."
Gece boyu eşlik ettiğim her dakika, her zamanki gibiydik, farklı olan dönüp duran düşüncelerdi.
İkimizin arasında sıçrayan, her saniye daha güçlü büyüyen; akşam esintisinde hissedilen yarının izleri kadar taze bir kıvılcım doğdu. Kıvılcım, belki görmezden geldiğimizden, belki hep var olduğunu sandığımızdan anlamını yitirse bile ben gidene dek aramıza sığındı.
Begonya: Gönülden bağlılık.
Şey, sanırım düşünce dünyamı bir türlü toplayamıyorum. Bütün karamsarlığıma rağmen beni bekleyen 3 isimsiz kahramanıma heyecanları için gerçekten çok teşekkür ediyorum. Gerçi smokeinyourlungs bana burada bir şeyleri arkada bıraktığımı hatırlatmasa bir süre daha geride kalacağımdan emindim. Teşekkür ederim, burada sığındığım bir şeylerin varlığına ışık olduğun için.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
in winter's eyes
Художественная прозаEtrafına ördüğün duvarlarının içine al beni. 29.06.2016