Kimseyi uyandırmamak istermişçesine parmaklarının ucuna basarak geçti zaman, bir gölge gibi ardına bakmaya dahi ürkerek… Şiiri bile… Şair uykudaydı, kelimelerini başının altına yastık yapmış, mısraları örtünmüştü üstüne yorgan niyetine… Deniz, kıyısına kıvrılmış geceden kalma şairin omuzlarının üzerinden doğmak üzere olan günün ilk ışıklarını gözlüyordu ufukta… Sanki gün doğupta neyi değiştirecekse hayatta… Çocuklar hariç hiç kimse farkında değildi dünyanın, bir de şair…
Deniz kıpırdadı ve hafiften yağmuru çağrılayan rüzgârın sıyırdığı mısraları, şairin açılan omuzlarına çekiverdi, üşümesin diyerek… Nedense son iki haftadır dadanmıştı buraya şair, ne derdi vardıysa… Gecenin bir vakti buraya gelir, karşıdaki kıyının yamacına kurulmuş mahallenin soluk sarı ışıklarına bakarak öylece oturur, sanki duyulmaz bir sesin emriyle söylemekten çekindiği kelimeleri başının altına koyar, çekerdi üstüne mısraları… Yıldızların fısıldadığı ve sadece şair ve çocukların duyabileceği ninniyi dinleyerek uyuyakalırdı.
Deniz, kimsesiz olmalı diye geçirdi içinden, bir evi olsa, çocukları mesela, eşi; sarılıp uyuyabileceği… Yok demek ki dedi deniz, olsa ne işi olurdu her gece bu kumsalda… Küçük bir deniz kaplumbağası şairin yarı açık sol eline doğru ilerlerken hışırdadı deniz, kaplumbağa kafasını içine çekti ve kaldı öylece…
“Yavaş ol…” dedi sessizce, “uyandıracaksın…”
Kaplumbağa yazarken akla gelmeyen, dilin ucundaki sözcükler gibi mahcup uzaklaştı… Deniz gülümsedi, “Kimbilir hangi şiir demleniyor düşünde…” diye düşünerek. Birazdan gün doğar, belediye temizlik işçilerinden ikisi bilemedin üçü arazi olmak için inerlerdi buraya… Kasabanın sahil yoluna doğru baktı, görünürde kimsecikler yoktu…
Gün ufuk çizgisinden ilk ışıklarını saçarken kasabanın üzerine, şair gözlerini kamaştıran parlaklığı elinin tersiyle silerek doğruldu yattığı yerden… Her tarafı tutulmuştu yine… Deniz hüzünlü bir gülümsemeyle “Deli çocuk” dedi belli belirsiz… Şairin bile duyamayacağı bir ses tonuyla…
Mısraları ve kelimelerini de alıp az sonra az ötedeki balıkçı kahvesinin –nedense hepsi mavi boyalı- sandalyelerinden birine tüneyecek, safi demli çayını karıştırırken yeni şiirine doğru adımlayacaktı yine…
Yorgun adımlarla kahveye doğru yürüyen şair aniden durdu ve sağ elini hafifçe kaldırarak geri dönüp denizi selamladı; “Günaydın…”
Deniz de bu selamlamaya üç minik dalgacıkla cevap verdi; “Günaydın…”
Şair her zaman oturduğu en köşede akvaryumun dibindeki masaya doğru gitti ve adeta yığıldı sandalyeye… Kahveci Osman Amca, daha şair kahveye girmeden hazır ederdi çayını, yanında da İnebolu simidi, susamlı…
“Selam bey… Yine sabahladın ha…”
Şair kafasını kaldırmadan ve elbette her zamanki gibi cevaplamadan bu soruyu çayın şekerini atıp simite uzandı… Bir parça koparıp önce kokladı mis gibi susamı, sonra kenarları yara olmuş ağzını zoraki açarak tıktı ilk lokmayı içeri… Sonra bir yudum da çay…
“Sana ne ise…” diye söylendi içinde kelimeler… Susturdu… Bir lokma daha, sonra yine bir yudum çay… Çayı bittiğinde simitte çoktan sindirim azalarıyla buluşmuş oluyordu. Elini cebine attı, sigarası düşmüş olmalıydı… Sonra hatırladı, sigarayı bırakmıştı ya… Ama nasıl da içi çekmişti… O kadar uzaktan izlemesine rağmen Osman Amca da anlamış olmalı ki elinde filtresiz bir Bafra ile masaya yanaştı ve çakmakla birlikte bıraktı…
“Yak...” dedi “açılırsın bey…”
Nereye açılacaktı ki? Kime? Neden?
Soruları elinin tersiyle iteledi ve masanın üzerindeki sigarayı dudaklarına götürdü ve oldukça pahalı olduğunu düşündürecek kadar görkemli çakmakla tek çakışta yaktı… İlk nefes azgın bir kadın gibi çullanmıştı içine adeta, iki – üç nefes derken sigarayı da yarılamıştı…
Osman Amca ikinci bardak çayı getirdiğinde paketi de bıraktı masaya, çakmağın yanına… Sonra da diğer masalardaki müşterilerle ilgilenmeye gitti içeri. Şair, denize doğru baktı gayri ihtiyari, gün iyice ışımış olduğundan, ışığın suya yansımasıyla kamaşan gözlerini kirpiklerinin ardına gizleyip efkarlı efkarlı… Bir sigara daha yaktı… Bu kez, uysal bir kadın gibi sokuldu duman içine… Kelimeler kaçıştı içinde öte beriye, kıkırdaşmalarından anladı… Çayını yudumlarken sahil yoluna doğru devrildi bakışları… Her zamanki gibi…
Uzak bir mekana, geldiği yerlerde bir yere gitmişti yine besbelli…
Küçük bir kız çocuğu belirdi gözünün önünde, sonra bir kadın… Sonra diğer kadınlar, kadınları… Sevişip sevişip sıvıştığı kadınlar, hepsi öfkeli… Küçük kız, hepsinin uzağında ama hayretle, iri iri bakışlarla kendini süzüyordu, utandı eğdi başını… Hiçbir kente ait olamayan biri, bir kadına nasıl ait olabilirdi ki…
Buraya da ait değildi… Ama burada deniz vardı, günü bağrında doğuran ve bağrında eriten deniz… Onu tek anlayan… Ege’yi de görmüştü, Marmara’yı da… Ama Karadeniz başkaydı, sevda gibi; asi ama yaradılışına tezat, halden anlayan… En azından, onun halinden anlıyordu işte… Bir daha dönüp baktı denize doğru… Deniz kendi halindeydi, dalgadan çocuklarını gezdiriyordu kıyısı boyunca…
Deniz olmadan yaşayamazdı, bir de şiir… Şehir olmasa da olurdu ama illa şiir ve deniz olmazsa olmazıydı… Haliç sahilinde uzanıp şuursuzca şiire kudurduğu zamanları anımsadı… Galata’yı, karşıdan göz kırpan Galata Kulesi’ni… İlham, Hazerfen Çelebi gibi kanatlanır gelirdi balkonundan kulenin, kanatlarının altında kimbilir hangi kadının teninin kokusuyla.
Sonra bir eve daldı düşünceleri… Apar topar, bavulunu bile almadan çıkıp terk ettiği o kız çocuğunun da yaşadığı eve… Hüzünlendi… İki damla yaş dökülebilirdi ama Osman Amca’nın ayak seslerinden çekindi, dondu gözçukurunda…
Bir sigara daha yaktı…
.../…
“Bu kadar kolay yani… Hiçbir mazeret bile öne sürmeden, bir gölge gibi pervasız… Ne güzel, gidiyorsun ha!” dedi kadın…
Hiç ses çıkarmadı, yorgun omuzları biraz daha düştü…
“Bir daha dönemezsin… Bu kaçıncı seni affedişlerim, bu kaçıncı katlanışım… Yeter artık…”
Yine sustu… Sonra kalktı, küçük kızın odasına doğru ilerledi geçmek bilmeyen zaman kadar ağır adımlarla… Yatağında uyuyan küçük kıza eğildi, yanaklarını okşadı, öptü usulcacık naif bir rüzgar gibi, sonra kapıya yöneldi içinde patlayan kasırgalara kulaklarını tıkayarak… Ve kadının yüzüne bakmaya cesaret edemediğinden olacak, bir gölge gibi süzüldü sokağa inen merdivenlere…
Kadının sesi geliyordu ardından:
“Git bakalım… Daha da göremezsin çocuk mocuk… Hadi git!”
Dönmeyi o kadar istiyordu ki ama dönmeyecekti… Eşyalarını bile almadan, kelimeleri ve mısralarını sokuşturup koltuğunun altına, ıslak kaldırımlardan aktı gitti…
İki üç gün Balat’ta bir kahvede yatıp kalktı…
Sonra, bir akşamüstü üzerinde Aksakal yazan bir otobüsün en arka koltuğuna iliştirdi bedenini, gözünü açtığında muavin “Abi geldik…” diyordu… İstemeye istemeye indi otobüsten. Küçük bir otobüs garajıydı burası, Karşısında bir dağ, arkasında yine bir dağ ve ortada nedense içinde kurbağaların bile yüzeceği kadar olmayan suyu taşıyan derecik…
Muavinin hala ona arkasından baktığını sırtına değen bakışlardan anlayabiliyordu, umursamadan yürüdü köprünün üzerinden… Sonra yola çıkınca karşıya geçti bir uyuz köpek gibi hastalıklı adımlarla… Birkaç kelimeyi düşürdüğünü fark ettiyse de aldırmadan yürümeye devam etti… Nasıl olsa gelir ardımdan diyerek düşünüyordu ki acıktığını hissetti… Gece boyu uyumuş, mola yerinde dahi çıkmamıştı otobüsten… Çarşıya kadar da yiyecek bir şey bulması imkansızdı, garaja mı dönsem diye düşündü ama önemsemedi…
Neredeyse ezbere bildiği sokaklardan süzülüp Eren Lokantası’na girdi ve boş olan ilk masaya oturdu, bu saatte hepsi boştu gerçi… Lokantanın sahibi ne istediğini sordu; “Az çorba…” ricası döküldü dudaklarının arasından…
Çorbasını içtikten sonra kalktı ve cebindeki bozuklardan birkaç lirayı masaya bırakıp çıktı… Uğur –lokantanın sahibi- fırın ustasına dönüp “Sıyırmış, yazık…” dedi… Duymazdan geldi… Hoş duysa ne olacaktı ki…
Biraz daha dermanlanan ayakları onu sahile, denize götürdü… O gün bugündür kıyısında yaşamaya koyulduğu denizle baş başa, kıyının öbür tarafından fark edilmeyi bekliyordu… Nafile…
…/…
“Hamama gidelim bugün bey…” dedi Osman Amca… “Necati harlamıştır hamamı… Hem ferahlarsın, arınırsın…”
Şair yine ses etmedi, kendini kokladı çaktırmadan… “Fena!” diye söylendi içi… Son banyoyu yaptığı geceyi anımsadı… Sonra okkalı bir siktir çekti içinden, içinin acımasını bastırmak istermişçesine… Eliyle bir hareket çekip bakarız der gibi onayladı Osman Amca’nın hamam teklifini…
“Yarım saate gideriz, hem bir traş edelim seni bir güzel, yüzün gözün açılsın… Dağ adamı gibi oldun valla… Deli Rasim bile daha temizdi mına koyim…” diye söylenerek içeri gitti boş bardağı masadan alıp…
Kahve kalabalıklaşmaya başlamıştı… Balıkçı Fahri ve arkadaşları da balıktan dönmüş yorgunluk çayı içmeye gelmişlerdi… İçlerinden genç bir tıfıl oğlan şaire bakarak dişlerinin arasından homurdandı: “Kodumun şairi…”
Şair bunu da duymazdan geldi… Kelimelerini zor tutuyordu içinde… Bastırdı gururunu ve sadece o masaya doğru “sokarım tafrana” der gibi baktı… Az önce homurdanan tıfıl oğlan masadan kalkar gibi yaparak, “Bak bir de nasıl bakıyor, mına koduğum…” dedi… Kafasını denize doğru çevirdi, dalgalara bıraktı öfkesini, gerilen bedeni gevşedi birden… Sonra masadan doğruldu ve denize doğru yürüdü… Arkasından söylenenleri işitiyordu ama kulaklarının algılayamayacağı uzaklığa çekilmeye karar vermişti.
Dönüp kahveye doğru baktı…
Osman Amca sesleniyordu: “Fazla uzaklaşma, bakkaldan sana don filan alıp geliyorum…”
Denize doğru yürümeye devam etti… Sonra kıyıya gelince yine durmadı, yürüdü, yürüdü, yürüdü… Önce dalgalar dizlerini, sonra bilumum gizlediği yerlerini, ardından boynunu filan derken…
Gözünü açtığında ağzından burnundan sular fışkırıyor, siren sesleri duyuyordu…
“Öldüm mü lan…” diye irkildi birden… Sonra hastabakıcılar onu sedyeye alırken Osman Amca’yı gördü, gülümseyerek ve sevgiyle baktı ona… “Bekle beni” demek istedi, “hamama gideceğiz…”
Kalabalık uğultulu bir şekilde onun hakkında konuşuyordu… Az önce kahvede ona küfreden tıfıl oğlanın sesini tanımıştı: “Ulan koşmasam geberecekti puşt… Pişman oldum mına koyim takıldığıma… Ne biliyim lan alınacağını…”
Gülümsüyordu…
Küçük kız elini tutuyordu; “Baba… Gitmeyeceksin değil mi?”
Gözleri karardı sonra, dünya aydınlığı yerini efkarlı bir şiir karanlığına terk etti usul usul…
Deniz dalgadan evlatlarını çekti bağrına, misafirinin ardından uzadı bakışları ambulans gözden kaybolana kadar… Sonra deniz kaplumbağasına ilişti bakışları, ambulansın ardından gidiyordu…
Osman Amca, o tıfıl oğlana kayıyordu üstüne ne vazife makamından…
Şair, yorgun kelimeleri ve tamamlanmadığından kırık dökük mısralarını da alıp gitmişti başka denizlerin olduğu yere sanırım diye düşündü yokluğunun yedinci gününden sonra deniz bile… Dalgalarına kızgın ama çaresiz… Denize şairden geriye, boğulurken düşürdüğü birkaç kelime kalmıştı… Avuçlarının içinde sımsıkı tuttu onları günlerce: Özlem, sevda ve Eylül…
Deniz hep özledi şairi, bir şairin şiirine duyduğu özleme eş… Ama belki de o küçük kızın yanına gitmiştir umuduyla da bir parça sıcacık umutla andı her aklına geldiğinde; bir parça tebessümle… Her sabah şairin uyandığı yeri hep ıslak tuttu, kimse yanaşmasın diye…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DENİZİN ŞAİRİ
Fiction généraleKasım... Hafiften rüzgarın önünde uçuşarak dans eden yapraklar, yağmurlarla ıslanan bedenlerini kurutacak güneşi özlemle beklerken kaldırımlarda, tanıdık adımlarla ürperdiler... O dönmüştü... Ciğercinin kedisi, Hacı Numan Caddesi'nin serseri sokak k...