Elimdeki döneri yemeye çalışırken tıpkı bir orangutan yavrusu gibi gözüktüğümü biliyordum. Yani, daha önce orangutan yavrusu görmemiştim ama benziyor olmalıydım işte. Yemekle cebelleşmeme katlanamayan Asu, kesmekte olduğu çocuktan gözlerini ayırarak elimden döneri aldı ve kağıdını düzeltip yenebilecek hale getirdikten sonra geri verdi. Biliyorum, bu kız olmasa ölmüştüm. Şakası yoktu, geçenlerde bana araba çarpmasını engellemişti. –Hayır, Asu bir Edward değil. Sadece beni geri çekti, eliyle arabayı durdurmadı yani. Aslında bir Edward olsaydı hiç fena olmazdı. Ama garip fantezilerimden bahsedersem susamayacağım.-
Bu kafede yemek yememizin en büyük sebebi Ege idi. Arada burada çalışıyordu ve mükemmel bir esmer güzeliydi. Siyah saçlı erkekler her zaman benim için bir adım öndeydi. Abazalıkta sınır tanımamama rağmen hiç sevgilim olmamıştı; sadece kesmek daha eğlenceliydi ve aile faktörü de vardı tabi ki.
“Eee kanka. Nasıl gidiyor seninkiyle? Ayrılın artık. Tatil geldi zaten. Aynı liseyi kazanamazsınız siz.”
Asu gözlerini devirdi. Biliyorum, çok iyi destek oluyordum ama gerçekler bunlardı işte.
“Yorum yapma ve ye.”
“İyi, inkılap sınavı var. Hızlı olda geç kalmayalım.”
20 dakikada tüm sınavı bitirmiştim; ancak bir boşum vardı işte. Cevabın Goben ve Breslav olduğunu biliyordum. Ama lanet kadın Türkçesini yazmamızı istemişti. Midilli? Ne ve midilli? Düşün, düşün…
En sonunda bulduğumu düşünerek “Yunus ve midilli” yi yapıştırdım cevaba. Bunun başıma bu kadar dert açacağını bilmiyordum tabi.
Öteki ders Başak Hoca kahkaha atarak geldi sınıfa. Bu kadın genelde gülmez, hep somurtur, bağırır, çağırır ama iyi kadındır yani. Yiğidi öldür hakkını yeme demişler.
“Selin, ne yaptın kızım sen?”
Sıranın üzerine yaptığımın muhteşem karakalem çalışmasından kafamı kaldırdım ve sordum:
“Ne yaptım ben yine hocam ya?”
“Yunus ve midilli ha? Nebahat öğretmeninle girdiğin iddiayı kaybettin demek.”
Harbimi lan? Diye sorasım geldi. İddiayı kaybettiysem bu demek oluyordu ki!.. Ahh hayır! Kitaplıkları temizlemek istemiyordum. 100 alıp alamayacağım konusunda iddiaya girmiştik; eğer kazansaydım performans ödevini yapmayacak ve yüksek not alacaktım. –Evet, uyanık bir insanım- Ama tüm bu planlar mahvolmuştu!
Okuldaki kütüphanenin içinde hamamböcekleri ve örümcekler dolaşıyor olabilirdi ve ben böceğin her türlüsünden nefret eden bir insandım. Hayvanlardan da hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Yolda köpek gördüğümde saygıdan yolumu değiştiririm mesela. Kedi gördüğümde hapşırmaya başlarım ve daha bir sürü şey… Bir tek insanlarla anlaşabiliyordum.
Hocaya görünmeden okuldan sıvışma planlarım mahvolmuştu ve sonuç olarak elimde toz beziyle kütüphaneye bakıyordum. Bir şeylerin ucundan tutmam gerektiğini hissedince birkaç kitabı yerinden kaldırdım. Fakat bunu yaptığıma hemen pişman oldum. O nasıl bir toz! İnsan alır bir siler, arada şu örümcek ağlarını alır. NE! “Amanın örümcek ağı!” diye cırlayarak geri kaçtım.
Evet, örümcek ağlarına tekme atıp, kitaplara üfleyip tozunu başka kitaplara bulaştırmak gibisi yoktu. Kendimi rutubet kokan odadan dışarı fırlattım ve kenara koyduğum çantamı alarak dolmuş durağına yürümeye başladım.
Çok garip bir şekilde ilk parmak attığım dolmuşa binebildim ve eve erken vardım. Bu kolay rastlayabileceğim bir şey değildi. Dış kapıya geldiğimde ilk önce ceplerimi sonrada çantamın içerisini karıştırdım. İşte o an montumun olmadığını fark ettim. Ve tabii anahtarlarımın montumda olduğu gerçeği de vardı.
İç geçirerek saatime baktım. 16.48. 10 dakika içerisinde okula yetişmem imkansızdı ve okul 17.00 itibariyle kapanıyordu. Aklıma gelen tek çözüm Asu’yu aramaktı.
“Kanka? Okula gidebilir misin?”
“Şimdi mi?”
“Evet. Eğer 5 ten önce gidip montumu alamazsan kapıda sabahlamak zorunda kalacağım.”
“Tamam kanka ben almaya gidiyorum. Sende bizim evin altına gel.”
“Sen ne mübarek insansın.”
Bir şeyler daha saçmaladıktan sonra telefonu kapadık. Gün hiç bitmeyecek gibiydi. Geldiğim yolu geri dönüp, Asu’lara uğrayıp, eve dönmek o kadar yorucu ve sıkıcıydı ki!
Eve girmeden önce markete uğramam gerektiğini fark ettim. ‘Malum ergenlik olayı’ nı yaşıyordum. –Evet, biliyorum mükemmel bir tanım.- Elimdeki poşeti sallaya sallaya eve yürümeye başladım. Yürürken Myungsoo’yu –koreli bir ünlü. Enişteniz olmaktadır.- düşündüğümden olsa gerek, önümdeki taşa takılıp yere düştüm. Hayır, problem yerle ‘sürekli’ kurduğumuz yakın temas değildi. Problem zaten utana sıkına aldığım ‘şeyin’ poşetten çıkmasıydı. Ve evet, tahmin edin ne oldu?
Bir el uzanıp ‘o şeyi’ poşete koydu ve elimden tutup beni kaldırdı. Kafamı hafiften kaldırıp Maviş olduğunu anladığımda ölmek istedim. “Rezil olmaktan gizli bir haz alıyormuşsun gibime geliyor.” Dedi iç sesim. ‘sen anca konuş zaten’ diye söylendim ve mavişin elindeki poşeti almaya çalıştım.
İlk denemem başarısız sonuçlandı, sinirle tekrar denediğimde neredeyse yere yapışıyordum. Kızarmış yanaklarımı gizlemek için eğdiğim kafamı kaldırdım. “Senin için gerekliyse alabilirsin.” Diye söylendim. EVET BUNU YAPTIM. Ehh, patavatsız biri olduğumu anlamış olmanız gerekirdi.
“Ona ihtiyacım yok, bilirsin boşalmam için çok daha güzel yerler var”
Tamam. Genelde argo konuşur, bağırır ve küfrederdim. Ama daha önce bir erkekle böyle bir diyaloga girmemiştim. Bu da biraz şey… Utandırıcıydı.
Ne söyleyeceğimi bilemedim ve elindeki poşeti bir anda kapıp sessizce yürümeye başladım. Benim için sessiz olmayabilirdi; bir yandan iç sesim, bir yandan midem bana isyan ediyordu. Ancak o an bunlar önemli değildi. DAHA NE KADAR REZİL OLABİLİRDİM Kİ?