Onu zorlamakla iyi etmişim.
"Mazur görün Beyefendi, gelemeyeceğim," demişti oysa.
Evden çıkmak istemeyişini her seferinde "başaramıyorum" diye anlatsa da telefonlarında, takdir edersiniz ki başarısızlık bir kadın için oldukça genel bir mazerettir. Altında binlerce başka cümle yüzer bu derin denizin. Diplerdeki o hikâyelerse ancak sabırlı olanlara açarlar kendilerini.
"İstirham ederim efendim, sizi muhakkak bekliyoruz," demişim iyi ki telefonda.
Yüz on yıllık eski ve kıymetli bir kitap mıydı peşinde olduğum, yoksa başka bir şeyler mi, neticede hüzünlü bir kadındı, ona yaklaşmamı kolaylaştırıyordu tüm koşullar, kadından çok işti benim için gerçi, işimse bu kadım razı etmeme bağlıydı. Zorlamakla iyi etmişim.
"Başaramadım, mazur görün, aslında gelmek için yola çıkmıştım, otomobili kaldırıma çarpınca, elim ayağım birbirine dolandı, öylece bırakıp eve geri döndüm, gelemeyeceğim, affedin..."
Ne fark ederdi ki, sonuçta başarı dendiğinde biraz ezik ve yenik değil miydik hepimiz de...
"Adres bulmakta zorlanıyorum Haziran aylarında..." demişti.
Ne demekti şimdi bu?
Derin deniz...
İlk bakışta kolay gibi görülse de kaygısızca yanaşabileceğim bir limanı yoktu aslında Belkıs Haram'ın. Öyle sisli puslu ser verip de sır vermeyen, hatta bazen aslında böyle bir kadın var mıydı diye kuşkuya bile kapılacağınız kadar abra kadabra, haritaların söz etme gereksinimi duymayacağı kadar silik sıradan bir adaya benzerdi veya serçe parmağı kadar hani bana hani bana diye ağlayan. Yok, ağlamayan öylece susan, sırtında ince bir hırka yaz kış çıkmayan.
Hâlbuki ilk bakışa aldanmamayı daha çocukluğumda öğrenmiştim, Sahaflar Çarşısının en genç çırağı olarak Hacı Muzaffer Amca'nın yanında ortaokul günlerinin bitmek bilmez o uzun yaz tatillerinde... "Muzaffer Efendi" derlerdi ona hatırlı ahbapları; Akaretlerden, Fındıkzade'den, yılda sadece bir iki kez uğrayan eski hanımlar... Sık sık "berhüdar olasınız" dedikleri de kalmış aklımda, benimse ahbap ne kelime, böyle asil bir müşteri portföyüm hiçbir zaman olamadı. Berhüdar olmak kim ben kim... Bir keresinde Muzaffer Amca'yı epey bekledikten sonra tam dükkânı kapatmaya kalkarken, son Saraylılardan Neveser Hanım'ın avucuma sıkıştırdığı eski düğmenin bir prensese ait olduğunu bilmeden koşa koşa gidip bir paket ayçiçeğiyle takas etmiştim onu. Ertesi gün pişmanlıkla öğrenecektim oysa ilk bakışa aldanmamak gerektiğini... Ama talih işte, o günden sonra, hayatımda ikinci bir prenses düğmesi daha çıkmamıştı karşıma...
Ya şu Belkıs Hanım. Garip bir tesiri var üzerimde, sanki kışın uğranıp da melankolisine kapılıp meyhanelerinde derhal harab olmaya başlayacağınız sakin sessiz adalara benziyor gözleri, gel içime gir ve öl eriyerek der gibi... Sakın göz değil de prenses düğmesi olmasın kaşlarının altında duranlar?
Yedi kat şiltenin altındaki nohut tanesinden incinmiş masal prensesleri gibiydi: "Bunca gerginliği kaldırabilir mi bünyem bilmiyorum," derken... Telefondaki sesimden destek beklediği açıktı. Ama işte her şeye rağmen ısrarlarıma dayanamayarak çıkıp gelmişti...
Taksi tutmuş. Diğerleri de sevindi gelebildiğine, halkla ilişkilerden sorumlu genç kız, bana göz kırparak teşekkür ediyor; "siz olmasaydınız, getirtemezdik Belkıs Haramı..." Müzayedenin reklam servisinden gönderilmiş iki fotoğrafçı gençse sabırsızca ayarlıyorlar ellerindeki kameraları, Belkıs Hanım, hafta sonu düzenlenecek büyük müzayedenin şeref konuğu yüz on yıllık bir kitabın son varisi olacak...
