4

163 21 5
                                    

Henüz genç bir kızken plan yapmayı sevmezdim. Çünkü sürekli planlarımı bozan olaylar olurdu. Üniversite için Boston'a taşındığımda, ailemden, arkadaşlarımdan ve bildiğim her şeyden uzaklaştığımda, plan yapmak tekrar hayatıma girmişti.

Ve elbette, planlarımın bozulmasından nefret ediyordum.

Ama şu an buradaydım, bozulmuş planlım ile Boston'daki evimdeydim. Planladığımdan beş gün önce hemde. Sidney'e gideli bir gün olmuşken.

Kahvaltıya kadar her şey güzeldi. Hava tam istediğim gibi açık ve güneşliydi. Beth ve Ashton'ın balayı için havaalanına gitmesinden hemen sonra kendimi plaja atmak istiyordum. Boston'ı esir alan soğuk havayı kısa süreliğine de olsa hücrelerimden atmak istiyordum.

Olaylar tam olarak şöyle başladı: Beth ve Ashton havaalanına gitmek için otelden ayrıldıktan sonra plaja gitmek için yarım saat sonra lobide buluşmak üzere Sophia ve Freya ile anlaştık. Valizime koyduğum ilk eşyalardan olan ve kış indiriminden aldığım bikinilerimi giyinmek için heyecanla odama çıktım.

Kapımı kapatıp sevinçle valizime ilerlerken Naya aradı. Dönemin başından beri uğraştığım projemdeki eşimdi. Sidney'e gelebilmek için son üç haftadır gecemi gündüzüme katarak çalıştığım projemdeki. Büyük bir aksilik olduğunu söylemek için aradığı projedeki.

"Profesor Helding bu haftaki gelişmelerden pek memnun değil gibiydi. Bende görüşmeden sonra eve gidip biraz daha çalışmaya karar verdim. Sunumun çoğunluğu bitmişti ve senin çizimlerine de biraz eklenti yapmıştım." demiş ve devam etmeden önce kesik nefesler almıştı.

"Bilgisayarım bir anda çöktü. Dave benim için format attı. Ve bende bana bıraktığın bellekten devam etmek için belleği bilgisayarıma taktığımda," tekrar derin bir nefes aldı. "Bellekte virüs buldu ve bana sormadan bütün dosyaları sildi."

O anda bütün güneşlenme isteğim çökmüştü. Haftalardır verdiğimiz emeğin yarısı gitmişti. Projenin son hali benim bilgisayarımda ve yanımdaki başka bir bellekte kayıtlıydı. Ama diğer her şey ortak bellekimizde ve Naya'nın bilgisayarındaydı.

Ona gidip uyumasını söyledikten sonra bilgisayarımı açmış ve bir buçuk saat sonra kalkan uçaktan bulduğum yeri hemen almıştım. Valizimi toplamayı bitirdiğimde Calum kapıma gelmişti ve neden hala aşağı inmediğimi sormuştu.

Durumu öğrendikten sonra beni havaalanına bırakmış ve vedalaşmıştık. 20 saatlik sıkıntılı bir yolculuğun ardından Boston'a inmiştim. Her bir hücrem soğuktan kurtulmak yerine, buz gibi havada ne olduğunu şaşırmıştı.

Eve girmeden önce kendime iki kahve almış ve kağıtlarla dolu yemek masamda çalışan Naya ile karşılaşmıştım. Benim önerimin aksine hiç uyumamıştı. Bu yüzden onu uyumaya yollayıp, sıcak bir duşun ardından karmaşık yemek masamda bilgisayarımın karşısına geçmiştim.

Bu proje mesleğime olan bütün sevgimi alıp götürmüştü çoktan. Geçtiğimiz yıllarda üstten ders alıp kredimi erken tamamladığım için ocakta mezun olmam gerekiyordu. Dolayısıyla bitirme projeme eylülde başlamıştım ve ilk projem Profesör Helding tarafından onaylanmamıştı.

Şu anki projemi de zorluklarla kabul ettirmiş, dönem arkadaşlarımızdan iki hafta geride başlamıştık. Naya da ben de son iki ayımızı sadece buna harcamış olsak da hala bitmemişti. Geçen haftaya kadar. Geçen hafta programda yaptığım çizimlerde ufak tefek düzenlemelerim kalmıştı. O zamana kadar da Naya geriye kalanları halletmeye çalışacaktı.

Ve 20 saat süren yolculuğun ardından 18 saatimi daha çalışarak geçirdim. İki ayda rahatlıkla yaptığımız bütün dosyaların üçte biri bittikten sonra Naya'yı evine göndermiş ve kış uykusunu aratmayacak uykumdan önce evimi toplamalıydım.

Mutfak tezgahının üzerindeki telefonum titremeye başlayınca elimdeki çöp poşetini bırakıp ona uzandım. Calum arıyordu. Uçaktan indikten sonra onunla hiç konuşmamıştım. Eh, 14 saat vardı aramızda.

"Hey." diyerek açtım telefonu, kendimi koltuğuma bırakırken.

"Hey," diyerek karşılık verdi. "Sesim yorgun geliyor. Uyandırmadım değil mi?"

Kıkırdadım ve ayaklarımı sehpaya uzattım. "Uyumamıştım. Çalışmamızı yeni sonlandırdıp Naya'yı evine gönderdim."

Nefesini tuttuğunu duydum. "Ne yani, iki gündür uyumuyor musun?"

Göremeyeceğini bile bile omuzumu silkip koltuğuma biraz daha gömüldüm. Bu köşe takımı bu ev için verdiğim en güzel kararlardan biriydi.

"Orada saat kaç?" dedi bir süre sessiz kaldıktan sonra. Bir gıcırdama sesi daha gelince kendisini yatağa attığını anladım.

"On olmak üzere. Güneş doğalı birkaç saat oluyor." dedim kapalı perdelerimden içeri sızıp parkeme dökülen güneş ışınlarına bakarak.

"Tamamen farklı günleri yaşıyoruz desene." diye mırıldandı. "Burada da güneş batalı birkaç saat oluyor."

Hala bileğimde duran saatime baktım. Uçaktan indikten sonra ayarlamamıştım tekrardan. Gece yarısıydı orada.

Tekrar aramızda uzun bir sessizlik oldu. Calum ile ben, uzun süredir bu kadar samimi değildik. Evet, hala arkadaştık ama birbirimizi aramaz veya mesaj atmazdık. Çoğu zaman Beth ile Skype'tan konuşurken onlar da etrafta olurdu. Ama özel günler dışında birbirinizi aradığımız söylenemezdi.

"En iyisi kapatayım. Sen de iyi bir uyku çek." diye mırıldandı yorgunca. Onu mırıldanarak onayladıktan sonra birbirimize veda edip telefonları kapattık.

Telefonumu koltuğun üzerine bırakıp, başımı yastıklara yasladıktan sonra gözlerimi kapattım. Kaslarım gevşemeye başlamışken ve uykunun kollarına süzülürken telefonum tekrar titredi. Bu seferki ne bir arama ne de bir mesajdı.

Hatırlatıcıydı. 10 Aralıkta olduğumu hatırlatıyordu.

Hayatımın yönünün karardığı günü.

Koltukta doğrulduktan sonra sehpanın altındaki fotoğraf albümüne uzandım. Uykusuz kaldığım çoğu geceler bu koltukta battaniyeye sarınır, albüme bakarak uyuyakalırdım. Bu sefer amacım pek de uyuyakalmak değildi.

Bu yıl mezarını ziyaret edeceğimi kendime söz vermiştim. 4 yıldır gösteremedeğim cesareti gösterip o demir kapıdan gireceğime söz vermiştim. Bu günü, orada, mezarının başında hatırlayacağıma söz vermiştim.

Ama işte buradaydım. Boston'daki evimde, birlikte olduğumuz elli fotoğafın hepsinin olduğu albüme bakıyordum. Burnumu yakan albümün deri kokusu olmalıydı değil mi?

Birlikte olduğumuz ilk zamanlardan bir fotoğrafın üzerinde gezdirdiğim parmağımı. Güçlü kolları belimin etrafını sarmış, sırtımı göğsüne yaslamıştı. İkimizin de üzerine vuran güneşin altında siyah saçları koyu kahveye dönmüştü.

İkimiz de gülüyorduk.

Bir damla yaşın yanağımdan boynuma inmesine engel olmadım.

Albümün sayfalarını yavaşça, her anını hatırladığım fotoğrafları dikkatle inceleyerek çevirdim. Son sayfaya, son fotoğafa gelene kadar.

Hastanede yatmasının üzerinden bir gün geçmişti. Pamuklu siyah eşofmanı ve gri bir grup tişörtü vardı üzerinde. Parmaklarımın sardığı boynu da yüzü de zayıflamıştı. Siyah saçlarının yerine solgun derisi görünüyordu.

Birbirine yasladığımız yüzlerimiz huzurluydu. Zaten ona dair hatırladığım en büyük şey, huzurdu.

Jace Rudger, huzurumdu.

Onun çoktan beni terk etmiş olmasına rağmen.

Gerek diğer bölümlerimden kısa olması gerekse her şeyi çok yüzeysel geçtiğim için bölüm içime sinmedi. Sonraki bölümü daha önce yazdığım için bazı şeyleri açıklamaya girişmedim bile. Ayrıca hikayenin diğer bölümden sonra gerçekten de bir Calum ficine döneceğini umuyorum. Umarım gerçekten beğenirsiniz.

Someone to Love | chHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin