"My lovers got a humour,
he is the giggle at the funeral..."Steve, cenazeleri seven birisi değildi.
Steve, duygusal birisiydi, ve insanlar içinde duygularını açığa vermek onun yapamadığı bir şeydi. Bucky'nin bile cenazesine katılmamıştı. Bucky'nin boş tabutunun başında, herkes ayrıldıktan sonra tek başına saatlerce oturup ağladığı doğruydu. Sanki onu dinliyormuş gibi mezarın başında onunla konuşmuştu. Hydra'nın üssünü basmaya gittiğinde ölen Bucky'nin, cesedine dair bulunan tek şeyin sadece onun sol kolu olması, bunu daha da zorlaştırıyordu. Steve aylar boyunca her gün Bucky'nin mezarını ziyaret etti. Sonra ziyaret süreleri gittikçe kısaldı. Hayatına devam etti. En son ziyaretinin üstünden ise henüz 1 yılı yeni geçmişti ki Howard Stark'ın ölüm haberini aldı.
Brooklyn'in dar sokaklarında elleri cebinde yürürken, yağmuru habercileğen kara bulutlar gittikçe şehrin aydınlığını azaltıyordu. Sokağın lambaları birer birer açılırken Steve evinden uzağa, bilmediği yerlere gezinti yapıyordu. Şehrin bu ücra köşesinde tek başına olmak, onsuz olmak, onu gün geçtikçe mahvediyordu.
Birkaç gün öncesinde aldığı ölüm haberi ise bir kez daha yaralamıştı kalbinden. Onu koruyup kollayan, her bir hücresini her türlü felakete karşı güçlendiren ve ona belkide şuanda en sevdiği şey olan kalkanını veren adam, Howard Stark ölmüştü. Bir zamanlar o güzel anıları beraber süslediği insanların artık yanında olmadığı gerçeği aklına her geldiğinde bir yumru bırakıyordu boğazında. Dolan gözlerini her zaman silmeyi becerse de, bir gece ansızın o mezara gidip döküyordu bütün gözyaşlarını.
Kendini uzun bir aradan sonra o mezar başında bulduğunda tuttuğu gözyaşlarını tereddütsüz akıtmaya başladı Steve. Ne kadar güçlü bir bedeni olsada, tüm duvarlarının yıkıldığını ve zayıf bir adama dönüştüğünü kimse bilmiyordu.
Mezarın başına oturdu ve titreyen parmaklarıyla nemli toprağı kavrayıp sıktı. Bir süre hiçbirşey demeden sadece mezar taşına baktı, zamanı geldiğini anlayınca da yavaşça ayağa kalkıp ona son sözlerini söyledi."Üzgünüm Bucky, gitmem gerek..."
Gözyaşlarını silerek devam etti.
"Bu yolun sonu."~
Sabahın en erken saatinde küçük bavulu ve kalkanıyla bir trene binmiş, hayatının geri kalanını orada sürdüreceğini umut ettiği Stark'ın akademisine gidiyordu. Tam adıyla Avengers Akademisi yaklaşık 5 yıl önce, başında Howard Stark'ın oğlunun olduğu bir grup özel yetenekleri olan çocukları eğitmek amacıyla kurulmuştu. Özel yetenekleri olan her bir çocuğun güçlerini kontrol altında tutmaları ve geliştirmeleri öncelik olsada, olası bir istila ve savaşta bu kişileri görevlendirmeyi de hedeflemişti akademi. Howard, Steve için hazırladığı serumun başarılı olmasından sonra bir çok kez akademiye katılması için yalvarsa da, Steve Brooklyn'i, hayatını geçirdiği şehri, Bucky'i bırakıp gitmeyi bir türlü kabul edememişti. Uyum sağlayamayacağını biliyordu Steve. Şimdi ise en azından Howard'ı son kez de olsa göremediği için "keşke"lerle dolu deftere bir yenisini daha eklemişti.
Trenin anonsunu duymasıyla birlikte tüm düşüncelerinden kopan Steve, bavulu eline alıp garın çıkışına doğru yürümeye başladı. Dışarı çıktığında durdu, ve kafasını gökyüzüne kadar uzanan binaların olduğu şehirde yukarı doğru kaldırdı. Brooklyn'de yaşadığı yerde binalar en fazla 3 katlıydı, küçük ve sevimli bir köy gibiydi. Ama burada rahatlamak için baktığı bulutları bile göremiyordu. Derin bir nefes aldı, alışacaktı. Yeni bir hayata başlayacaktı. Kendi kendine "Artık daha iyi bir adam olacağım..." diye fısıldadı bir Jaymes Young şarkısında dendiği gibi. Kısa bir süre sonra Steve, bir taksiye atlayıp buluşma noktasının ismini verdi. İndiğinde ıssız bir yerde tek başınaydı. Acaba yanlış yerde miyim diye düşünürken arkasından siyah uzun bir ceket giyen ve bir göz bandı takan adamın adını seslendiğini farketti.
Steve taksiye parasını verip bagajından kalkanını ve bavulunu alıp taksinin gitmesini izledi. Taksi gittikten sonra Steve adama geri döndü ve adının "Steve Grant Rogers" olduğunu onayladı. Bunun üstüne, adam elini uzattı ve "Nick Fury, Avengers Akademisi'nin Direktörüyüm. Sizi en sonunda burada görmek hoş." dedi. Steve, teşekkür ettikten sonra belki de Howard hakkında bir şey demeliyim diye düşündü. Direktör Fury, sanki Steve'in aklını okumuş gibi ona yola devam etmek için arabaya bindiklerinde ona cenazenin yarın olduğunu söyledi. Steve kafasıyla onayladıktan sonra olayın nasıl gerçekleştiğini bir yandan merak ediyordu, Direktör Fury'e sorduğunda gece sularında bir araba kazasında olay yerinde can verdiğini söyledi, büyük bir ihtimalle içmişti. Daha sonra bir oğlununun olduğu aklına geldi Steve'in, Anthony, Tony Stark. Tony'nin, annesini hiç göremeden kaybettiğini biliyordu Steve, şimdi ise babası.. O da bu okulda olacaktı, değil mi? Belki iyi bile anlaşırlardı. Steve bunları düşünürken geldiklerini fark etti. Arabanın kapısını açıp çıkmadan önce camdan geniş araziye baktı, taksiden indiği yerden beri yolu hiç izlememişti dolayısıyla nasıl bir yere geldiğinin farkında değildi. Ama burası bir şehir gibi büyüktü, demir parmaklıkların arasında görebildiği kadarıyla ondan fazla yapı inşa edilmişti. Dışarı çıktığında önündeki kocaman bahçe cennet gibiydi sanki, her türlü bitkiyi ve ağacı barındırıyor, küçük heykeller ve çiçekler renk katıyordu. Birkaç adım ileri attığında Direktör Fury'de yanına yaklaştı. O kadar gizli bir yerde olsa kurallarının normal bir okuldan farklı olmadığını belirtti, ve hiç bir zaman normal bir okulla aynı olmayacağını da söyledi. Fury bir kaç detaydan bahsederken bile gözleri bir an olsun akademiden ayrılmamıştı. Büyük demir kapı önünde açılırken vakit kaybetmeden içeriye adımladı. Görevlilerden anlayabildiği kadarıyla karşıdaki en büyük binaya gidip kendini lobideki bayana tanıtacaktı. Birden etrafta, kocaman bahçede, hiçkimsenin olmadığını fark etti.
Brooklyn'deki kara bulutlar bile bir an olsun üzerinden ayrılmamıştı. Burnunun üzerine bir damla düştüğünde adımlarını hızlandırarak büyük binaya doğru gitti.