Ashton ile yaptığım konuşmadan sonra birkaç şey değişmişti.
Hislerim, düşüncelerim ve bulunduğum kıta.
36 saat önce, Ashton'ın kollarında ağlayarak yatağımda oturuyordum. Şimdi ise, Beth'in ailesinin evinde, Beth'in eski yatağında uykudan yeni kalkmış bir şekilde oturuyordum.
36 saat önce, ne hissedeceğimi ne yapacağımı bilmiyordum. Şimdi ise yapmak üzere olduğum her şeyi ve bunları yaparken ne hissedeceğimi biliyordum.
36 saat önce hayatımın gittiği yönü değiştirme kararı almıştım. Ve gurur duyarak söylüyorum ki, 36 saattir ağlamamıştım.
Hava kapalı olduğu için üzerime kapşonlu hıkramı alıp, Johnson ailesinin benim ve Edward'ın minik oğlu William için ayırdığı, Beth'in eski odasından çıktım. Merdivenlerden inerken Tyler'a bir sorun olmadığını, sadece ziyaret etmek için Sidney'e döndüğümü bildiren bir mesaj attım. Ve üstü kapalı bir şekilde onun yanına gelebileceğimi ima ettim.
Değiştirmeye kararlı olduğum hayatıma tamamen başlamadan önce vereceğim bir mola yeri olabilirdi Japonya.
"Akşam yemeğine gelecek misin?" dedi Bayan Johnson ben çıkarken mutfaktan kafasını uzatıp. Duraklayarak ona baktım. O da ekledi. "Edward, Will'i seninle tanıştırmak için sabırsızlanıyor."
Gülümseyerek onu onayladım. Edward'ın bana erkek kuzenlerimden daha samimi davranmasını seviyordum. Beni tamamen aileye kabul etmiş olmaları beni mutlu ediyordu. William'ın doğduğu ilk andan itibaren ailesiyle fotoğraf paylaşmak amacıyla açtığı grup konuşmasına beni de alması, beni deli gibi mutlu ediyordu.
Kapıyı arkamdan kapatıp, seri adımlarla yıllardır geçmediğim yolu yürüdüm. Arada sırada atıştıran yağmura rağmen, hırkamı üzerime giymedim. Sidney'in yaz yağmurlarında ıslanmayı özlemiştim belki de.
Mezarlığın demir kapısını itekleyip girmeden önce derin bir nefes aldım. Bu mezarlığa ilk geldiğim zaman da hava yağmurluydu. Büyükbabam yağmurun kimi zaman bereket kimi zamansa felaket anlamına geldiğini söylerdi.
Ayaklarımdan beni her zamanki yere götürürken etrafa bakındım. Bir mezarlıkta yıllar içinde neler değişirdi ki sanki?
Mezar taşının önünde dikilen bir beden benim oradan birkaç metre geride durmama neden oldu. Hareketimi fark eden bir çift göz mezar taşından bana döndüğünde, yüzünü bir gülümseme aldı. Tanıdık gri gözler benim gözlerimle birleşti.
"Isabelle," dedi bana doğru yaklaşarak. "Seni yeniden görmek çok güzel."
"Sizi de öyle, Bay Rudger." dedim hafifçe gülümseyerek. Onları cenazeden sonra hiç görmüş müydüm? Zaten cenazeden iki gün sonra Melbourne'e dönmemişler miydi? "Tekrar Sidney'e döndüğünüzü bilmiyordum."
"Ah, hayır." dedi azalmış siyah saçlarını geriye itekleyerek. "Kuzenimin düğünü için Sidney'e geldik ve buraya uğramadan rahat edemedim." iki adımda yanıma geldi. "Senin Amerika'ya gittiğini duymuştum. Bay Johnson kendi kızları kadar seninle duyduğu gururu da dile getirmekten çekinmiyor."
"Evet." dedim rahatsızca gülümseyerek. Eski erkek arkadaşınızın babasıyla, onun mezarının başındayken hemde, ne kadar rahat konuşabilirdiniz ki. "Okulum bitti ve bende burayı ziyaret etmek istedim."
Dudakları benimkinin aksine rahat, sevecen ve samimi bir gülümseme ile kıvrıldı. "Bu çok güzel. Seninle gurur duyuyoruz." dedi ve duraksayıp arkasındaki mezar taşına baktı. "O da seninle gurur duyardı. Her şeye rağmen hayatına devam ettiğin için mutlu olurdu."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Someone to Love | ch
FanfictionSeni sevmek için her zaman orada olacağım. @likejames