Bu bölümün şarkısı: Yavuz Bingöl - Gitti Canımın Canı
*
Lütfen beğeni ve yorum atmayı unutmayın. Her şey sizin elinizde...
*
OLCAYKurşunlar yağmur gibi yağar, gecenin karanlığında ışıl ışıl yıldızların üzerine düştüğünü sanırsın. Ortalık o an öyle bir hal alır ki, karnavaldaymış gibi hissedersin. İlk saniyeler ölüm bile geçmez aklının ucundan. Sonra can havliyle kendini bir sipere atarsın. İşte o zaman ölüm korkusu, ölüm acısını bile bastıracak güçte olur. İliklerine kadar işleyen soğuk gibi titretir yüreğini. Yıldızlar düşer, kurşundan yağmurlar yağar yeryüzüne ve sen sadece beklersin. Yağmuru üzerinde hissedeceğin anı...
Çünkü o yağmurda bir tek şehitler ıslanırdı.
Hem Barış'ın ısrarı hem de olası ikinci bir saldırıya karşı birkaç gün karakolda kalmaya karar verdim. Yıldırım aynı yere iki kez düşmezdi belki ama ne karşımızdakiler bir doğa olayıydı ne de biz o kadar şanslıydık. Odanın duvarındaki saate gözüm ilişti. Akşam yemeği vakti gelmişti. Saldırıdan dolayı kopan telefon tellerinin tamiriyle ilgilenen Barış'ın belli ki henüz işi bitmemişti. Sabaha nazaran biraz daha kendilerini toparladıklarına inanmak istediğim askerlerin yanına gitmek için ayağa kalktım. Kapıyı açmamla karşımdaki erin esas duruşa geçmesi bir oldu.
"Onbaşı Tarlacı, Afyonkarahisar. Emret Komutanım."
"Karavana da ne var asker?"
"Şehriye çorbası, taze fasulye, bulgur pilavı, cacık bulunmaktadır Komutanım."
"Rahat," deyip başımı bir sağa bir sola çevirerek koridoru kontrol ettim. Beklenmedik bir şekilde sakindi. Sanırım herkes çoktan yemekhanenin yolunu tutmuştu. Tekrar heyecan ve gerginlik karışımı bir hisle bana bakan askere başımı çevirdim. "Barış hala karakola dönmedi mi?" diye sorduğumda "Az önce giriş yaptılar komutanım," diye cevap verdi. Yanıma uğramadığına göre belli ki direk yemekhaneye geçecekti. "Sofra beklemez asker!" diyerek başımla yürümesini işaret ettiğim çocuk esas duruşa geçti. "Emredersiniz komutanım." Hızlı bir şekilde yanımdan ayrılan çocuğun ardından yavaşça merdivenlere doğru ilerledim.
Aşağı inerken burnuma dolan fasulyenin kokusu, bir an için kendimi ana ocağında hissetmeme neden oldu. Neredeyse evin yolunu unutmuştum. Beş senedir, acil durumlar dışında tek bir gün bile izin almamıştım ve annemi görmeyeli nerden baksan dört yıldan fazla olmuştu. Elleri cennet kokan o kadın, babamın on yedi yaşındayken bana bıraktığı en değerli emanetlerden biriydi ama ben, babamın izinden gidebilmek ve iyi bir asker olabilmek için, onu iki kardeşimle yalnız bırakmıştım. Bu emanete hıyanet sayılır mıydı emin değildim. Çünkü babamın vasiyetinde yazan ilk cümle 'Öncelikle vatanına ve milletine, daha sonra anana ve kardeşlerine sahip çıkacaksın,' idi ve ben 'Önce Vatan' prensibim yüzünden sevdiklerimi geride bırakmayı göze almıştım.Ben bir bordo bereliydim.
Gerekirse vatan için, aile kavramını unutacak bir asker.
Yemekhanenin kapısına yaklaştığımda duraksadım. İçeride çatal bıçak sesi haricinde neredeyse çıt çıkmıyordu. Belli ki askerler üzerlerindeki ölü toprağını hala atamamışlardı ve bu artık can sıkıcı olmaya başlamıştı. Ağır adımlarla kapıya doğru ilerledim. Yemeğini alan asker kendine bir yer bulmuş, başlamak için benim gelmemi bekliyordu. Herkesin yemeğini aldığına emin olduktan sonra yemekhaneye girdim. Beni görmeleriyle esas duruşa geçen askerlerin aralarından geçerek, masada benim için ayrılan yere doğru ilerledim. Barış, benden önce yerini almıştı ve beni fark etmesiyle yanındaki sandalyeyi rahat oturabilmem için geriye çekti. Milimetrik bir tebessümle teşekkür ettim. O da belli belirsiz başını sallayarak önemli olmadığını söyledi. Yüzümü askerlere doğru çevirdiğimde uzman çavuşlardan birinin gür sesi, yemekhanenin duvarlarını inletti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ŞEHADET
Ficción GeneralBu hikaye gerçek kişiler, olaylar ve mekanlar içermektedir. Mesleki gizlilikten ötürü isimlerde ufak kelime oyunları yapılmıştır. Lütfen okurken sadece kurgu gözüyle değil, yaşanmış olay örgüsüne bakın. Hikayenin çıkış noktası ilk bölümdedir. Keyifl...