Üniversitenin ilk sabahı uyandığında insan garip hissedeceğini düşünürdüm. Tabii ki tatilde geceleri uyumayıp gündüzleri uyuduğumdan dolayı normal insanların programına alışmanın getirdiği garipliği yaşıyordum. Uçaksız jet lag gibi. Ancak bu gariplik mekandan kaynaklanmıyordu. Belki kardeş gibi gördüğüm en yakın arkadaşımla aynı odayı paylaştığımız için olabilir. Evet sizi arkadaşımla tanıştırayım. Johanne Mckenzie. Jo'yu tercih ediyor. Sevimli, ikna edici, aynı zamanda düşündüğünüz her şeyde hevesi olan birisi.
Nasıl mı aynı odayı paylaşıyorduk? Lise 1. sınıfta arkadaş olduk ve bu böyle gitti. En büyük hayalimiz, aynı üniversiteyi kazandıktan sonra Warner Bros Harry Potter müzesine gitmek. İlk aşamayı geçmiştik. Ben ingiliz dili ve edebiyatı okuyordum, Jo ise kesinlikle abartmıyorum, TIP okuyordu. Evet, T,I,P harflerinden oluşan mükemmellerin alındığı o bölüm.
''Üniversitenin ilk günü sadece çömezler gidermiş Lily.'' diyor Jo bana. Yatağında yüzüstü yatıyor ve hiç çıkmak istemiyor gibi görünüyordu. Bazen Jo'yu bir Koala ile tembellik yarışına soksak kim kazanır diye düşünüyorum. Cevap çok basit ve iki harfli.
''Ama biz zaten çömeziz.'' İtiraz ediyorum Jo'ya.
''Hayır Lily, hayır. Şunu biliyor muydun? Üniversitenin ilk yılı öğrenci yardımcı doçent, ikinci yılı doçent, üçüncü yılı profesör olurmuş. Ancak son yılda öğrenci olduğunu anlayabilirmiş. Söz son yıl ilk gün gideceğiz.'' Jo uykusu arasında hala böyle cümleler kurabiliyordu.
''Peki ya iki yıllık üniversite okuyorsan? Profesörlükten yardımcı doçentlikten direkt öğrenciliğe mi geçiyorsun? Yoksa evre evre mi? Yani ilk üç ay yardımcı doçent sonra...'' derken Jo lafımı kesiyor.
''Of Lily cidden hadi uyuyalım. Boş ver bunları, uykumuzu açıyorsun.'' diyor ve bende yatağımda uzanırken sırıtıyorum.
Eh tabi ki uykuda saatler çabuk geçiyor. Bu kez uyandırılan taraf ben oluyorum. Jo ismimi tekrarlayıp duruyor.
''Tamam, uyandım.'' diyorum.
''O zaman.'' diyor Jo heyecanla. Tam o an bir şey teklif edeceğini anlıyorum. ''Hadi hazırlanıp dışarı çıkalım. Kampüsün kuzey tarafında yeni gelen öğrenciler toplanmış bizde gidelim.'' Jo gerçekten heyecanlı. Tüm hayatı için bu anı beklemiş sanki.
''Tamam olur.'' diyorum. Çünkü bende heyecanlıyım. Genciz, özgürüz ve yeni uyanmışız. Hepsi gitmem için bir sebep. ''Ancak kuzeyi nasıl bulacağız?'' diyorum gülerek.
Jo bir yandan yarı yerleştirilmiş bavulundan kıyafetler çıkarırken '' Akşamı bekleyip kutup yıldızından bulmaya ne dersin?'' diye dalga geçiyor benimle.
Hemencecik kot pantolon ve t-shirlerimizi giyiyoruz. Ölüm yadigarları kolyelerimizi takıyoruz. Ne giyeceğimizi hiç düşünmüyoruz. Tek başıma olsam düşünürdüm. Herkes bana bakıyormuş gibi gelirdi. Belki de yanımızda arkadaşımız olduğunda tek başına gezen insanlara bakanlardan birine dönüşüyoruzdur.
Kuzeyi bulmak için kutup yıldızına ihtiyacımız olmadığını yurttan çıkıp bir kaç metre yürüdükten sonra anlıyoruz. Uzakta biraz yüksekte bir yerde öğrenci kalabalığı var çünkü. Binaların arasında ve güneşin altında hepsi çok önemsiz görünüyor. Ama gitmeye değer.
Binaların arasından geçerken oldukça heyecanlanıyorum. Bu korkudan bir heyecanlanma değil. Çocukken lunaparkın kapısından geçerken yaşadığımız bir şey. Heyecan ve sabırsızlığın karışımı. (Sabırcan?!?!) Kafeterya binasının yanından geçerken hava önce yavaş yavaş sonra bir anda kararıyor. Gece gibi değil sanki bir anda manyetik çekim gibi bir şeyin sonucu gri bulutlar birikiyor gökyüzüne.