Çevremde uçuşan beyaz taneler, yarı çıplaklığım ve sarsıntılı yolculuğum bana pek de iyi gelmemişti. Perişan haldeydim. Atları otlatmaktan başka bir mola daha vermeden yola devam ediyorduk. Bütün gün at sürmüştük ve konforsuz bu yolculuk belimi ağrıtmaya yetmişti. Artık kendimi koyuvermiştim ve arkamdaki yabancıya yaslanmaktan çekinmeyecek hale gelmiştim.
Bir köyün yakınlarından geçerken arkamda ki yabancının, ''Dougglas,'' diye seslendiğini işittim.
''Aynı şeyi düşünüyorum evlat,'' diye cevap verdi Dougglas uyuyan Adair'i kaymaması için daha iyi kucağına yerleştirirken. ''Bu gece handa zamanımızı geçirsek iyi olur, bir saate fırtına çıkacakmış gibi duruyor.''
Bütün adamlar soğuğu iliğine kadar işittiği için bu onları memnun etmişti. Bira ve güzel bir yemek düşüncesi ise hepsine daha çok maral vermiş gibi duruyordu.
Atlar komutaları alarak köye doğru yön değiştirirken dişlerim tıkırdamaya başlamıştı. Her ne kadar kendime hakim olmaya çalışsam da pek mümkün olmuyordu.
Sıcak kolların beni daha da kavradığını hissettiğimde itiraz etmedim. Üstümüzde battaniye olmasına rağmen vücudu bir insanın vücut ısısına göre daha sıcaktı. Sanki arkamda bir soba varmış gibi hissetmeme neden oluyordu ama yinede yeteri kadar ısınmak mümkün olmuyordu.
''Hana varmadan saçların buz tutacak diye korkuyorum,'' dedi yarı titrer bir sesle. Soğuk onu da oldukça etkilemiş olmalıydı. ''Saçlarım umurumda dahi değil,'' diye cevap verdim. ''Benim korktuğum ikimizinde donmuş bir şekilde bir sergide sergilenmesi.''
''Birbirine sarılmış iki genç birbirlerini ısıtırken ölü olarak bulundu,'' diye manşeti uydurarak söylediğinde dudaklarım komik bir şekilde kıvrılmıştı.
Bu düşünce beni güldürmüştü ama aynı zamanda da korkutmuştu.
Atlar küçük hanın önünde durduğunda Jeremiah atından indi. Toprak yol yer yer kar tutmuş ve bazı yerler yumuşayan topraktan çamur olmuştu. Attan inmeye çalıştığım sırada iki büyük el beni kavradı. Ufak bir yardıma itiraz etmediğimden kolay bir şekilde yere indim. Battaniye tamamiyle artık benim üzerimdeydi. Jeremiah ise kalın gömleğiyle soğuk havayı karşılıyordu.
Hanının önünde oluşturduğumuz küçük kalabalık tek tek içeri geçerken bir kaç kişi ise atları yakında bulunan ahıra götürüyordu.
Şu an fark ettiğim şey herkesin oldukça sessiz olmasıydı, soğuk havanın etkisinden kaynaklanıyor olmalıydı.
Dougglas yolun ortasında öylece durduğumu görünce sırtımdan beni hana doğru ittirdi. Ters bir harekette bulunacağımı düşünmüş olmalıydı. Her ne kadar beni itmiş olması sinirlerimi bozsa da tepki vermedim. Kaderime boyun eğerek küçük hana doğru yürümeye başladım.
İçerisi gaz lambası ve şömineden gelen ateşin sayesinde aydınlıktı. İçerisi insanı uyuşturacak bir şekilde oldukça sıcaktı. Tahtadan yapılmış masalar ve sandalyeler gri eğilimli duvarlarla birlikte uyumsuz duruyordu. İçerisi gereğinden fazla kalabalıktı ve bira ter kokuları birbirine karıştığından oldukça ağır kokuyordu.
Dougglas bu kalabalığa rağmen üst katta oğlu için bir oda bulmayı başardı. Ama diğerlerimiz o kadar şanslı değildi.
Handa bir sandalyede otururken, uyuşmuş bedenimle sadece gürültücü insanları seyrediyordum. Ayı postu giymiş bir adam dikkatimi çekmişti ve gözlerimi ondan ayıramıyordum. Filmlerde ayı postu giymiş insanlar genellikle iri yarı gösterilirdi ama bu adam oldukça ufak tefek ve zayıftı. Bedenine rağmen güzel bir yüze de sahipti. O yüzün iri yarı bir vücutta nasıl duracağını hayal ederken, ''Etkilenmiş duruyorsun,'' diyen bir ses duydum. Gözlerimi ellerimin arasında tuttuğum sıcak et suyuna indirdim, bunu bana Dougglas getirmişti. ''Etkilenmek mi? Neyden?''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yıldız Tozu
Historical FictionGeçmişte yaşadığımız zorluklar ve anılar, zamanın akıp gitmesiyle unutuldu. Ben ise hala bir pencerede istediğim hayatı, gördüğüm günün her detayını hatırlıyorum. Bazen o vazoyu alıp onun için bir ev yapsaydım ne olurdu merak ediyorum. Bir şeyler de...