Yaşadığın apartmandan çıkarken, her zamanki gibi çürümüş duvarlar gözüne çarptı. Bu duvarların nasıl olaylara tanık olduğunu düşündün içinden, yaşadığın semti göze alırsak o kadar da kötü şeyler görmemişlerdir muhtemelen ama yine de kendi gördüğün şeylerden sonra emin olamıyordun.
Alt kat komşun Bayan Johnson ile selamlaştıktan sonra apartmandan çıktın. Bu apartmanda seninle konuşan tek kişi oydu. Yaptığı yemeklerden sürekli sana da getiren, adeta ikinci annen olan birisiydi. Aslında birinci anne demek daha doğru olurdu, gerçek annen seni evlatlıktan reddedeli kaç yıl olmuştu ki? Birden o gece ile ilgili anılar geldi aklına, babanın benim senin gibi bir oğlum yok demesi, seni öldürmekle tehdit etmesi, annenin ise hiçbir şey yapmadan orada durması.
Eğer o evden kaçmasaydın şu an büyük ihtimalle ölü olacaktın, ailen cenazeyi kabul ederler miydi acaba? Etmeyeceklerini tahmin ediyordun, hele ki sana yaptıklarından sonra. Kimsesizler mezarlığında ailesinin yüzünü kara çıkardığı için yapayalnız bırakılan ruhlardan birisi olacaktın.
İki yıl önce seni bir sokak köşesinde sıkıştırıp döven adamların sözleri geldi aklına, ''Sana bu ülkede hayat yok!'' Haklı olduklarını düşünüyordun ama gitmek gelmiyordu içinden. Şu anki durumun ne kadar kötü olsa da burası senin evindi.
Gece lambalarının zar zor aydınlattığı sokakta etrafına bakındın. Her zamanki gibi gece dokuzdan itibaren insanlar evlerinin içine çekilmişlerdi. Kimsenin seni izlemediğinden emin olduktan sonra siyah arabanın yanına gittin ve içine binip arabayı çalıştırdın.
Bu geceki serüvenin de başlamıştı işte. Acaba bu gece hangi adam gece yanında uyuyup, sabah ortadan kaybolacaktı?
Evinde kendini yalnız hissettiğin için her gece barlara giderdin, barda kimse ile konuşmasan bile çevrende insanlar olması senin yalnız hissetmene engel olurdu. Bazen yanına birisi gelir ve konuşmaya başlardı, bazen de kimse yanına gelmezdi. Geceyi tek başına sarhoş bir şekilde bitirirdin, yatağına yatar ve sanki hayatın seni seven insanlarla doluymuş gibi hayal ederdin. Sanki herkesin seni olduğun gibi kabul ettiği bir yerde yaşıyormuş gibi...
Ama sabah olunca peri masalın sona ererdi. Hayat gerçek haline dönmüş olurdu ve sen hala yalnız olurdun.
Her gece geldiğin barın önüne geldiğinde arabanı her zaman park ettiğin yere koydun ve içeri girip her zaman oturduğun yere oturdun. Daha önce bir mekanda oturduğun yerde, ne zaman gitsen tekrar otururdun. Yeniliklere alışman zor olduğu için günlük hayatındaki her şeye tamı tamına planlıydı, oturacağın yer, giyeceğin şeyler, saat kaçta konsere çıkacağın. Bir şey bile farklı gitse alışamazdın, her şeyi iptal eder ve yarın daha iyisini yapabilmek için daha iyi plan yapardın.
Barın ortamı yine aynıydı, tıpkı dünkü gibi ve öbür günkü gibi... Tek farkı insanların farklı kişiler olmasıydı, herkes senin gibi her gece aynı yere gelmiyordu sonuçta. Seni tanımaması için sahte bir isim verdiğin barmen yanına geldi ve kısa bir konuşmanın ardından içeceğini sipariş ettin. Sahte isimler vermenin nedeni ünlü bir piyanist olmandı fakat herkes gibi bir apartman dairesinde yaşıyordun ve dikkat çekmek veya takip edilmek istediğin son şeydi.
İçeceğin geldiğinde sandalyende arkanı döndün ve kalabalığa doğru baktın. İşte gecenin en eğlenceli kısmı buydu. Kalabalığı izlemek, sadece onların hayatlarına odaklanmak ve kendi hayatından bir süre bile olsa uzaklaşmak.
Üçüncü içkini içip insanları izlemeye devam ederken, yanına sarışın bir adamın geldiğini gördün. Adamın sarı saçları barın yanıp sönen ışıkları arasından zar zor belli oluyordu. Yüzünde tanımlayamadığın bir gülümseme vardı. Altında bir kot pantolon üstünde ise lise yıllarında dinlediğin bir grubun logosu bulunan bir tişört vardı. Elinde ise yarısını bitirmiş olduğu bir içki tutuyordu. Adamın saçları o kadar düzgün duruyor ki sanki buraya bir iş buluşması için gelmiş gibi. Daha önce bu barda gördüğün insanların hiçbirine benzemiyor, bu gece onu ilk defa burada görüyorsun. Buraya ilk gelişi olmalıydı.