Uzun zamandır koşuyordum ve kaslarım bana ihanet ederek sızlamaya başlamıştı. Kalın gövdeli, uzun bir ağacın gölgesi altında soluklanmak için duraksadım. Ağzım kurumuş, dudaklarım çatlamıştı. New York'ta sıradan, sıcak ve nemli bir gündü. Hava bin derece falan olmalıydı. Kuyruğunu neşeyle sallayarak yanıma gelen cinsini bilmediğim uzun tüylü köpeği sevmeye başladım. İçim tanıdık bir şeyler görmenin verdiği sevinçle kıpır kıpırdı çünkü onu daha önce de burada koşarken gördüğüme yemin edebilirdim. Gözlerim sahibini arıyordu.
Central Park'ta her gün yaptığım rutin bir koşudan sonra bir köpeği severken, şimdi İstanbul'un dar, karanlık, ıssız bir sokağına geçiş yapmıştı zihnim. Geri dönmek, parkta gezinmeye devam etmek istiyor ama yapamıyordum. Gözlerimi acıtan karanlık, içime korkuyu ve gerginliği salıyordu.
Genç bir adam, duvar kenarına sıkıştırdığı başka bir adama bağırıyordu. Tahammülü yoktu, sinirli ve gaddardı. Acıması yoktu. Ceketinin cebinden çıkardığı bir bıçağı, korkudan duvara sinen adamın bacağına saplamıştı. Adamın acıyla bağırışı kulaklarıma yer edinmişti ve bir türlü silinmek bilmiyordu. Yaralı adamı orada bırakarak olduğum yere doğru yöneldiler.
Saklandım.
Ayak seslerinden yaklaştıklarını hissedebiliyordum. Çömeldiğim yerde başımı duvara yasladım ve gözlerimi kapatarak beklemeye başladım. Beklemek sonsuzluk gibi geldi. Saatin akrebi yelkovanı kovalamayı bırakmış, bir köşede dinleniyordu sanki. Kalbimin çarpıntısı göğüs kafesimi kıracak kadar sertti. Kendimi rahatlatmak için aldığım derin nefesi birden bire bileklerimden kavrayan güçlü eller kesti. Beni bir kedi gibi köşeye sıkıştırmış, avını parçalamak için sabırsızlanan bir aslan misali nefret ve açlıkla kısılmış gözleriyle birkaç santim ötemde beni süzüyordu.
Az önce kullandığı bıçak bu sefer benim boğazıma dayanmıştı.
Hıçkırarak "Hayır," diye haykırdım. Daha fazlasını söylemek, onu durdurmak istedim. Kelimeler boğazıma tıkanmıştı. Sanki beynim "hayır" kelimesi dışında kalan tüm kelimeleri yutmuştu. Ellerinden kurtulmak için ne kadar çırpınsam da onun güçlü bilekleri, kaslı vücudu karşısında ben oldukça cılız ve güçsüzdüm.
"Artık çok geç, her şeyi gördün." dedi buz gibi içimi üşüten bir sesle. Yüz ifadesi soğukkanlılığını koruyordu, çenesi kasılmıştı. Buz mavisi gözleri koyulaştı ve keskin bıçağı ile boğazımda derin bir kesik açtı. Başımı geriye atarak duvara yasladım. Ellerim titreyerek boğazımdan kazağıma doğru akan sıcak, kaygan, yapış yapış olan sıvıya kaydı. Acı ve şok dalgalar halinde vücuduma yayılıyor, kan kaybıyla karanlık zihnimin pencerelerine tahtaları çiviliyor; beni renklerden ve yaşamdan mahkum bırakıyordu. Kesiğe basınç uygulamaya çalışıyor, karanlığa direniyordum. Fakat çok güçsüz hissediyordum. Ellerim silinip yok oluyordu sanki. Onları hissedemiyordum. Boğazımdaki yakıcı acı azaldıkça zihnimin kontrolünü de kaybediyordum. Gözlerimin odağını kaybettim ve buz mavisi gözler karanlığa karıştı.
"Hayır," diye fısıldadım gözyaşlarıma hakim olamayarak. Daha sonra güçlü bir çığlık koptu ve gözlerimi korkudan titreyerek açtığımda çığlığın bana ait olduğunu fark ettim. Dudaklarımı birbirine bastırdım şaşkınlıkla. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve rutubetlenmiş tavanı inceledim.
"Bu da neyin... Nesi?"
Bir çift telaşlı görünen mavi gözün sahibi üzerime eğilince yeni bir şok dalgası vücudumu sardı. Kabus gördüğüme sevinme şansı bile bulamamıştım.
Ve tanrının beden bulmuş hali omzuma dokunarak konuşmaya başladı.
"Sadece rüyaydı, geçti artık. İyi misin?"
Cevap vermek yerine beni bekleyen kalp krizini erteleyerek hızlıca yatakta doğruldum. Bir süre daha o kusursuz yüzüne aval aval baktıktan sonra etrafı incelemeye başladım.
Ağır olduğunu tahmin ettiğim gri demir kapı ve üzerinde bağlı olarak uzandığım yatağı saymaz isek florasanla aydınlatılmış boş bir odadan ibaretti burası. Duvarlar soğuk gri renge hakimdi. Gözlerimi tekrar beni merak ve endişe dolu bakışlarla sarmalayan mavi gözlerin sahibine çevirdim. Sesim en az duvarın rengi kadar soğuktu.
"Neredeyim?"
Gözleri durgunlaştı. Ağzımdan çıkacak ilk sorunun bu olacağını biliyordu. Yine de gözleriyle beni süzdü ve kısa bir süre düşündükten sonra dudaklarını ıslatarak cevap verdi.
"Neden önce sana bir şeyler ikram etmiyoruz? Ciddi konulara geçmek için biraz bekleyebiliriz."
Nazik sesi kafamı karıştırdı.
"Nasıl yani?"
"Uzun zamandır baygınsın. Susamış olmalısın." dedi kaşlarını çatarak.
Sudan bahsedince korkunun arkasında sıkışıp kalmış, bastırılan su ihtiyacı kendini gösterdi. Dudaklarım çatlamıştı ve ağzımın içi bir çöl kadar kuruydu. Zımpara kıvamındaki dilimi damağıma sürttüm. Evet, susamıştım.
Yine de şaşırmıştım. Neden nazik davranıyordu ki? Aynı soruyu daha sert bir şekilde sordum ve yatağın başına kelepçelenmiş ellerimi çekiştirdim.
"Neredeyim?"
Birbirine kenetlediği dişleriyle yüz hatları sertleşti, çenesi kasıldı. Kontrollü görünüyordu, yine de yüz ifadesinde beni korkutan bir şeyler vardı. Elbette ciddi olması gerekiyordu. Hatta belki de biraz sinirli. Sonuçta beni kaçırmıştı.
Ve benim korkmuş görünmem, hatta ağlayarak beni bırakması için yalvarmam gerekiyordu. Yine de bu acizlik kendimden tiksinmemi sağlayacağı için kendime hakim olmaya çalışıyordum. Ben de dişlerimi kenetledim. İçimi saran ve damarlarımı dolduran korkunun bana hükmetmesine izin vermek beni başka bir uçuruma sürüklerdi. Beni kimin ya da kimlerin beni kaçırdığını bilmiyordum. Başkaları da olabilirdi. Kaşlarımı çattım. Bilmediğim şeyler canımı sıkıyor ve beni endişelendiriyordu. Beni neden kaçırmak istesinler ki?
"Para için tabii ki de, salak." dedi Kayla yatağın sağ tarafına oturarak.
"Fidye için, anlarsın ya." Yüzüme yaklaşarak devam etti. "Belki işler biraz pisleşebilir. Yani neden bir sandalye yerine yatağa bağlısın ki?"
Kalbim kulaklarımda atmaya başladı. Yatağın sol tarafına oturmuş iç savaşımı izleyen mavi gözlü yaratığa kısılmış gözlerle baktım.
"En iyisi suyunu getireyim." dedi ve ceketini çıkarıp yatağın ayakucuna bıraktı.
"Kola olsun." diye mırıldandım ciddiyetimi bozmadan. "Varsa yani."
Kaşlarını çatarak yüzüme son kez baktıktan sonra odadan çıktı ve demir kapının kapanma sesi boş odada yankılandı. Gürültüyle atan kalbim yalnız kalınca biraz daha sakinleşti.
İnsan kaçırdığı kişi susadığı için başıboş bırakıp öylece gider miydi? 'Aptal.' diye düşünmekten kendimi alamadım ve gözlerim yatağın üzerinde bırakmış olduğu deri cekete doğru kaydı. 'Belki bir telefon ya da anahtar?' Bileklerimi saran ve yatağın demir başlığına bağlı halde duran soğuk kelepçelere baktım. Tıpkı bir evcil hayvanı gibi bağlamıştı beni. Omzumdaki şeytan koluma tırmandı ve kelepçeyi dişleriyle kemirmeyi denedi, daha sonra sinirlenerek saçlarımın arasında saklanmaya geri döndü.
Birkaç kez bir sonuca varamayacağımı bildiğim halde öfkeme karışmış çaresizlikle çekiştirdim. En azından denemiştim. Geriye kalan son çare olarak ayaklarımdan medet umuyordum. Kelepçelerin izin verdiği kadar yatakta kayarak ayaklarımla cekete uzandım. İki ayağımın arasına sıkıştırarak kendime çektim. Sağ ayağımı ceketin ceplerinde dolaştırarak bir telefon ya da işime yarayacak bir şeyler aramaya başladım.
Tam telefonu hissetmiştim ki demir kapı gürültüyle açıldı. Yakalandım. Yüz hatları tekrar ciddileşti ve kızgınlığının etrafa yaydığı koyu kırmızı dumanlarla göz göze geldim.
"Ben sırf uzun süre baygın kaldığın için ve daha önceden de tanışmış sayıldığımız için sana nazik davranmaya çalışıyorum fakat sen teşekkür etmek yerine..."
Cümlesini yarım bırakarak başını onaylamayan bir tavırla iki yana salladı.
"Beni bayıltıp kaçırdığın ve üzerine kola getirdiğin için teşekkür etmemi mi bekliyorsun? Yakışıklı olabilirsin ama buradan bakınca kafatasının içi beyin yerine bokla dolu gibi görünüyor. "
Korkumu bastırıp saklayan öfkem yüzünden bir hışımla beni kaçıran adama diklenmiştim. Tam da benden beklenecek kadar aptalca bir hareketti.
"İnanmayabilirsin ama seni kaçıran ben değildim."
Haklıydı. Ona inanmak için hiçbir sebebim yoktu ve inanmıyordum da. O da itiraz etmedi ya da beni ikna etmek için çaba sarf etmedi zaten. Yanıma yaklaşarak kolayı iki bacağımın arasına bıraktı ve ceketini doladığım ayaklarımın arasından kurtardı. Ceplerini biraz karıştırıp içinden çıkardığı anahtarla kelepçelerden birini açtı. Bileğimde oluşan morarıklığı gördüğümde merakıma yenik düştüm.
"Ne zamandır baygınım?"
"İki gün. Senin için endişelenmeye başlamıştım." dedi ve gözlerini kaçırdı.
Ufak bir sessizlikten sonra ellerini cebine soktu ve sıkıntı dolu bir ses tonuyla başından beri beklediğim şeyi yumurtladı.
"Pekala. Bazı şeyler sormam gerek."
"Tabii. Otursana." dedim çenem ile yatağı göstererek. "Ayakta kalma. Kendini evinde hisset."
Korktuğumda ya da sinirlendiğimde alaycı bir insan olabiliyordum. Bu huyum çoğu zaman hoşuma gitse de, bir müddet başıma bela olacağını sezmeye başlamıştım. Kayla odanın köşesinde iki duvarın arasına yaslanmış, suratını asmıştı. Başını iki yana salladı yavaşça. En azından bugün aynı fikirde gibi görünüyorduk.
Hala adını bilmediğim yabancı iç çekerek yatağın kenarına ilişti. Tepkilerimi tuhaf bulduğuna kalıbımı basabilirdim. Sorun yoktu. Bende tuhaf buluyordum zaten.
"O ıssız sokakta tek başına ne yapıyordun?"
Gözleri gözlerimi delip geçiyordu. Yüz hatlarına bir kalıp gibi oturan ciddi ifadesi, o geceki anılarımı canlandırıyor; korkumu yeniden su yüzüne çıkarıyordu.
"Seni takip ediyordum." diye fısıldadı iç sesim. Ona bir yastık fırlatarak susturdum.
"Yalan söyle." dedi Kayla.
"Hava almam gerekiyordu."
"Daha inandırıcı." diye seslendi kelimelerin üzerine sertçe bastırarak. Kayla'dan gözlerimi genç adama çevirdim.
"Midem bulanıyordu. Sanırım boş bir mideyle viski içmek pek iyi bir fikir değilmiş."
Bir süre söylediklerimi kafasında tarttıktan sonra tek kaşını kaldırarak sordu.
"Herhangi bir şey gördün mü?"
"Şu gözünü bile kırpmadan öldürdüğün adamı mı soruyorsun? Evet, gördüm."
İç sesime bir yastık daha fırlattım. İnandırıcı olduğunu düşündüğüm yüz ifadesini takındım.
"Son gördüğüm şey kusmuğumda boğulmak üzere olduğumdu. Sonrasını hatırlamıyorum. Sanırım o gerzek başımı bir yerlere çarptı. Adam kaçırmayı bile beceremiyorsunuz." dedim kaşlarımı çatıp gözlerimi gözlerine dikerek.
Cevap vermedi.
Hatta o kadar tepkisizdi ki, o güzel yüzüne tekme atmak istedim. Ceketinin cebinden telefonunu çıkartarak ayağa kalktı. Bende o an dünya üzerindeki yapmam gereken en önemli şeymiş gibi kelepçesiz olan elimle kolayı aldım ve tek elimle açmayı denedim bir süre. Beceremedim. Mırıldanarak kolayı uzattım.
"Yardım eder misin?"
'Dalga mı geçiyorsun?' der gibi yüzüme baktıysa da, iç çekerek kolanın ağzını açtı. Teşekkür etmedim. Edilecek bir şey yoktu. Esir düşmüştüm, bir köpek gibi bağlanmıştım ve kola getirerek nazik olduğunu düşünüyorsa yanılıyordu.
Kayla mırıldanarak yere bağdaş kurdu. "En azından dövmedi, işkence etmedi. Ya da tecavüz..." Ve sonra başını duvara yasladı. "Yani henüz."
Gerçekten çok yardımcı oluyordu. Ona sinirle baktım. Bana bir çocuk gibi dil çıkarınca iç geçirdim ve konuşmaya başlayan yabancıya çevirdim bakışlarımı.
"Kız hiçbir şey hatırlamıyor."
Bir süre dinledi.
"Ben bırakalım gitsin diyorum."
Sessizlik.
"Garantiye alınacak bir durum yok. Hatırlamıyorum dedi. Ayrıca sadece beni gördü. Bana zarar veremez."
Kısa bir sessizlik daha.
Kayla duvar kenarı manzaralı köşesinden ayrılmış, adamın etrafında dönüyor, onu inceliyordu. Ona deliymiş gibi baktım.
"Onu koruduğum falan yok, tamam. Diğer kızların yanına getireceğim."
Telefonu ceketinin cebine geri koydu ve üzerine giydi. Bu kadar siyah giyinmesi onu ürkütücü kılıyordu. Tehlikeli.
"Diğer kızlar?" diye sordum beynim yeniden çalışmaya başladığında. Gözlerine baktım kısa süre ve gözlerim tekrar kaslı bedene döndü.
O ana kadar siyah deri ceketi dışında ne giydiğine hiç dikkat etmediğimi fark ettim. Benimkine benzer siyah v yaka kaslarına yapışmış ince bir kazak, siyah pantolon ve siyah bağcıklı deri botları vardı. Tanrım, siyahı seviyordum ve din değiştirebilirdim. Baştan aşağı tehlike kokan bu yabancıya başka koşullar içerisinde tapabilirdim.
"Sen beni dinliyor musun?" dedi sesini yükselterek.
"Aslına bakarsan, hayır." diye mırıldandım.
Bana yaklaştı, kolamı elimden alarak duvara fırlattı. Teneke kutu gürültüyle yere düştü. Duvara sıçramış, aşağıya doğru kayan kola damlacıklarına baktım.
"Hey, arkadaşımı kaybettim!"
"Sana yenisini alırım."
Bana yaklaşınca nefesimi tuttum. Mavi gözleri, çatık kaşları, kemikli güçlü burnu ve dudaklarıyla birkaç santim ötemdeydi. Hele o koyu kahverengi sakallarının arasına serpiştirilmiş sütlü kahve renk.
Yutkundum.
Saniyenin onda biri kadar bir süre daha öylece bakıştık. Gözleri heyelan etkisi yaratıyordu. Zemine yeterince tutunamıyor, kaydığımı hissediyordum. Sonunda bakışlarını üzerimden aldı ve geri çekildiğine bileğimin canına okuyan diğer kelepçe elindeydi. Morluklara odaklanarak bileklerimi ovuşturdum.
"Gidiyoruz." diye mırıldandı deri ceketimi yüzüme fırlatarak.
"Eve gitmek istiyorum. Her ne halt yediyseniz hiçbir şey görmedim."
"Kendi isteğinle mi kalkarsın, yardım edeyim mi?"
Tehditkar ses tonuyla ürperdim.
"Şimdilik onu dinlesen iyi olur." diye fısıldadı Kayla kulağıma. Onu dinlemedim. İnat ederek yataktan aşağı ayaklarımı sarkıtsam da kalkmak için herhangi bir eylemde bulunmadım.
Bileğimden kavradı sertçe.
"Canını yakmak istemiyorum. Beni zorlama."
"Bir şartla."
"Şart koşacak durumda değilsin."
Bileğimden çekerek ayağa kaldırdı.
"Bir rica?"
İç çekti.
"Sanırım gerçekten başıma bela olacaksın. Ya da beni katil edeceksin." dedi bıkkın ve sert bir sesle. Zaten katilsin demek isteyen iç sesime kızgınlıkla baktım.
"Adın ne?"
Kaşlarını kaldırdı.
"Yani iç sesimle çatışırken senin için lakap bulabilirim." Yüzümü ekşiterek devam ettim. "Bir çoğu hoşuna gitmezdi. O yüzden isim vermen işimi kolaylaştırır."
"Her zaman bu kadar çok konuşur musun sen?"
Benden çok kendi kendine konuşur gibi bir hali vardı. Kapıyı açarak beni dışarı çıkardı. İnce uzun koridorda yürümeye başladık. Güçlü eli ince kolumu kavramış, parmaklarıyla bükmek istercesine eziyordu. Dudaklarımın arasından bir inilti kaçınca kolumdaki parmaklar gevşese de bırakmadı.
Demir kapılar, gri duvarlar, florasanlar... Sağa doğru kıvrılan koridoru takip ediyorduk ve hızlı adımlarla hiç konuşmadan ilerliyorduk. Ayak seslerimiz ve florasanlardan gelen cızırtılar hariç ortama sessizlik hakimdi. Sağa ve sola açılan iki koridordan solu seçerek devam ettik. Sessizlikten faydalanarak etrafı inceliyor, bir çıkış yolu arıyordum fakat demir kapılar ve labirent gibi oradan oraya uzanan bir çok koridordan başka bir şey olmaması kafamı karıştırıyordu. Hiç pencere bulunmaması da dikkatimi çekmişti. Tekrar sağa doğru kıvrılan bir koridora girdik ve elli metre kadar daha yürüdükten sonra, koridorun sağ tarafında bulunan demir kapıdan içeri girdik. Oldukça geniş, yüksek tavanlı odayı gözlerimle taramaya başladım.
Sol duvar köşesinde biten, on metre genişliğinde, iki metre yüksekliğinde bir ayakkabılık döşenmişti. Üst ve orta bölmeler birer çift ayakkabının sığacağı kadardı. Alt kısımlar ise yan yana iki çift uzun çizmenin yerleştirilebileceği şekilde tasarlanmıştı.
Karşımdaki duvarda ise ayakkabı raflarının bittiği köşeden itibaren sağa doğru yirmi metre genişliğinde kıyafetlerin bulunduğu bir dolap tasarlanmıştı. Bir kısım sadece elbiselerin asıldığı askılardan ibaretti. Her renk, uzun, kısa bir birçok elbisenin bulunduğunu görebiliyordum. Bir kısım raflardan ve çekmecelerden oluşuyordu. Kıyafetlerin bitiminden itibaren çantalar başlıyordu fakat ilgimi çekmediğinden bu bölümü es geçerek etrafı incelemeye devam ettim. Nasıl olsa konuşacak bir şeyimiz yoktu ve ortalıkta kimse görünmüyordu.
Sağ duvardaki yan yana bitişik halde yerleştirilmiş deneme kabinine ve yan tarafında bulunan dört adet makyaj masasına baktım. Çevresi ışıklandırılmış yuvarlak aynalar gri duvara monte edilmişti. Bunun dışında kalan duvarlar aynayla kaplıydı ve bu nedenle oda iki kat büyük görünüyordu. Pencere yine yoktu.
Ben şaşkınlıkta etrafı incelerken yanımdaki ismini vermeyen yabancı da beni izliyordu.
"Burası da ne böyle?" diye sordum kendimi tutamayarak. Demir kapılı hücreler, uzun labirent gibi koridorlar, birkaç mağaza dolusu kıyafet, çanta ve ayakkabı bulunan oda demeye dilimin varmadığı bu tuhaf yer.
"Karışık işler boşver." dedi ifadesiz bir yüzle omuz silkerek.
Israr etmek üzereyken demir kapı gürültüyle açılınca sessizleşme kararı aldım. Kot pantolonu, beyaz tişörtü, siyah deri ceketiyle esmer sakallı bir adam, onun peşinde yarı çıplak iki kız ve takım elbiseli bir adam içeriye girdi.
Yanımıza yaklaştıkları sırada yabancı bileğimden tutarak beni kendine yaklaştırdı.
"Bakıyorum da kızı sahiplenmişsin şimdiden."
Çenesi kasıldı. Benimle ne yapacağını bilemezmiş gibi birkaç saniye baktı. Yeniden katılaşan yüz ifadesi beni korkutuyordu.
"Alakası yok. Tamamen sizin artık." diyerek beni adamın önüne doğru ittirdi. Tökezledim ama son anda dengemi sağlayarak düşmekten kurtuldum.
İki genç adamın arasında ne yapacağımı şaşırmış vaziyette öylece duruyordum.
"Biraz suratsız görünüyor. Ama yine de güzel kız. İş görür."
Gözlerini yüzümden vücuduma çeviren esmer adama baktım ne dediğini anlamaya çalışarak.
"Kızlar seninle ilgilenir, kirlenmişsin." dedi başıyla kızları göstererek.
Gözlerim yarı çıplak kızlara, yoğun makyajlarına ve edepsiz sırıtışlarına kaydı. Birkaç adım geriledim. Tüm bu yabancıların arasında en tanıdık gelen gözleri aradım arkamı dönerek. Buz gibi keskin, soğuk gözleriyle duvar kadar tepkisizdi.
'Lütfen,' dedim içimden. 'Bu kadar acımasız olamazsın.'
Beynimde çığlık çığlığa kaçmam için alarm çanları çalarken, ayaklarım yere açılan bir çukura gömülmüş, üzeri çimento ile kaplanmıştı. Kaçacak yerim yoktu. Bu üç adamı aşıp kapıya ulaşsam bile labirent gibi koridorlarda ve onlarca birbirinin aynısı olan demir kapılarla çıkışa ulaşmam saatlerimi alırdı.
Çaresizliğin gözlerime yayılmasına izin vermedim. Şeytan saçlarımın arasından etrafa korkuyla bakınırken sırtımı dikleştirdim ve en ifadesiz maskemi takındım. Bu yerde ne kadar kalacağımı, bana neler olacağını ya da sınırlarımın ne kadar zorlanacağını bilmiyordum ama savaşmadan bırakmayacağım gözlerimden okunuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOREL
RomanceROMANTİZM'DE #20 Sevgi dolu bir insandım ben, birkaç kez ölmeden önce. Neşeli ve hatta renklere sahip... Şimdi ise beni avlamak isteyen, yatağımın altında gizlenen canavarlarla boğuşuyorum. Hayatta kalmak ve sınırlarımı korumak için her canavarın da...