Söyledikleri kulaklarımdaki süzgeçlerden geçmiş beynime iletilmişti. Fakat beynim bir türlü filtreden geçirerek anlamama yardımcı olmuyordu. O güzel yüzüne bir süre daha boş boş bakmaya devam ettim. Sonunda dudaklarındaki gülümseme soldu ve düz bir çizgi haline geldi.
“Eğer adamın uyanarak yarım kalan işi bitirmesini istiyorsan ben gideyim.”
Cümlesini bitirir bitirmez başımı iki yana sallamaya başladım.
“Hayır, hayır. Beni burada bırakamazsın lütfen.”
İki elimle sıkıca kolundan tuttum. Beni yeniden o insanlara bırakamazdı. Bu kadarı onun için bile acımasızlık olurdu.
“Seni burada bırakmak için gelmiş olmam sence de saçma olmaz mıydı?”
İçeride yatan adama kaydı bakışlarım. “O yaşıyor mu?”
Yabancının bana bakışları gözlerinin rengi kadar soğuk ve mesafeliydi. Sanki gözleri her hareketimi inceliyor, analiz ediyordu. Sonunda “Evet,” diye mırıldandı. “Yaşıyor.”
Başımla onayladım ve arkamı dönerek balkondan çıkmak için bir adım attım. Güçlü bir el bileğimi sarınca bir adımdan fazlasını atamadım. Beni kendine çekerek kızdı.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?”
“Ufak bir işim var.”
Kolumu geri aldım ve gözleri üzerime kenetlenmiş her hareketimi kaydederken odaya geri döndüm. Hala yerde hareketsiz yatıyordu. Yüzündeki bir şeyler yeniden midemi bulandırırken topuklu ayakkabımın sivri burnunu karnına geçirdim.
“Seni iğrenç, orospu çocuğu. Midemi bulandırıyorsun.”
Gözyaşlarım yanaklarımdan aşağıya yuvarlanırken bir kez daha tekme attım ve bir kez daha. Yabancının kolları vücuduma doladı. Bu cinsel çağrışım yapan türden bir sarılma değildi. Bu ‘Seni anlıyorum’ demenin başka bir yoluydu. ‘Seni anlıyorum. Ve inan hak veriyorum.’ Tamamen üzüntü kokuyordu. Bu odada bir kız sahip olduğu tek şeyi kaybetmek üzereydi ve kıyısından dönmüştü, o bunu biliyordu.
“Yapma. Hadi gidelim.”
“Daha fazlasını hak ediyor.” diye mırıldandım gözyaşlarımdan biri dudaklarımın arasından içeri sızarken. O ıssız sokakta öldürdüğün adamdan daha fazlasını hak ediyor.
Elleriyle omzumu sıktı ve kulağıma fısıldadı.
“Hadi.”
Başımla onaylayıp kapıya doğru döndüm. Güçlü elleri bileğime dolandı.
“Nereye gidiyorsun?”
“Ama şey... Sen çıkalım demiştin.” diye mırıldandım kaşlarımı çatıp saf saf cevap vererek.
İç çekti.
“Dışarısı müsait değil güzelim, gel böyle.” diyerek beni balkona çıkardı yeniden. Ben ne yapacağımız konusunda hiçbir fikrim olmadığını göstermek istercesine boş bakışlarımı yüzüne diktim. Bu sıralar bu bakışı çok sık tekrarlamam gerekmişti. Kendimi aptal gibi hissettiriyordu.
Balkonun korkuluğundan bacaklarını geçirdi ve kendisini duvara yapıştırarak ince mermerde yan yan ilerlemeye başladı. Beş uzun adımdan sonra diğer dairenin balkonuna varmıştı. Korkuluklardan bacaklarını geçirerek bana döndü.
“Sıra sende.”
Gözlerim faltaşı gibi açılmış, vücudum kaskatı kesilmişti. Korkuluklara tutunarak aşağıya baktım. Boğazıma oturan yumruyu ittirmek için yutkundum.
“Aşağıya bakma.”
Çok yüksekteydik. Karanlık sokağı aydınlatan sokak lambalarına, daha sonra da gözüme karınca kadar küçük görünen birkaç insana göz attım. Midem ağzıma gelmişti. Bu kadar yüksekte olan birine aşağıya bakma dediğinde, onun aşağıya bakmayacağını sanman sadece aptallık olurdu.
“Pislik herif.”
Ağzımın içinde bir şeyler daha geveledikten sonra deri ceketimi omzumdan alarak giydim ve ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. Kalbim deli gibi çarparken korkuluklara sıkı sıkı tutundum, yavaş hareketlerle bacaklarımı korkuluğun öteki tarafına geçirdim.
“Aptal.” diye mırıldanmaya devam ettim. Duvara sırtımı ve ellerimi yapıştırarak bir adım yana kaydım. Kendime engel olamadım ve yeniden aşağıya baktım. Başım dönmeye başladı. Başımı duvara yasladım ve gözlerimi yumarak derin nefesler almaya çalıştım.
“Hey, hey! Bana bak. Sadece bana.”
Gözlerimi açarak ona çevirdim.
“Güzel. Şimdi benimle konuşmanı istiyorum, yapabilir misin?”
Başımı salladım.
“Pekala, tamam. Sana soru soracağım ve sen her vereceğin cevaptan önce bana doğru bir adım atacaksın. Anlaştık mı?”
Başımı salladım tekrar.
Tam aşağıya bakacağım sırada sesini yükseltti. “Aşağıya bakmak yok. Panik yapma. Gözlerini benden ayırma.”
Kahverengi, aralarında sarı tutamlar bulunan; kedi tüyü kadar yumuşak görünen saçları ve buz mavisi gözleri karanlıkta gece kadar koyu görünüyordu. Sanki başka biri gibiydi. Ben zihnimi onunla doldurarak incecik bir mermerin kenarında korunmasız olduğum gerçeğini aklımın uzak köşelerine itmeye odaklanırken bana sorular sorarak işimi kolaylaştırmaya başlamıştı. “Adın ne?”
Bir adım yana kaydım ve kaşlarımı çatıp sorusuna soruyla yanıt verdim.
“Neden önce sen söylemiyorsun?”
“Neden bu kadar inatçısın?”
Bir adım daha kaydım. Gözlerim hala yabancıya sabitlenmiş durumdaydı.
“Hala adını söylemediğine göre sen de benden pek farklı sayılmazsın.” diye mırıldandım gökyüzüne bakarak. Kalbim tekledi.
“Her zaman bu kadar konuşur musun sen?” dedi sıkkın bir ifadeyle. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, sırtını duvara yaslamıştı.
“Sadece gergin ya da sinirli olduğumda.”
“İşte ilk gerçek cevabın.” diye mırıldandı. Birazdan alkış tutacakmış gibi bir hali vardı. Alaycı konuşmalarına ve göz devirmelerine rağmen yüz hatları çelik kadar sertti. Bu kadar tepkisiz ve donuk kalmayı nasıl becerebildiğini merak ettim.
“Ee, bütün gece orada kalmayı mı planlıyorsun?” Hafifçe başını aşağı eğdi ve caddeye baktı. “Benim için sıkıntı yok.” dedi sırtını duvara yeniden yaslarken.
Bir adım daha yana kaydım.
“Bu kadar sinir bozucu olmak için özel bir eğitim aldın mı?”
Yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi.
“Korkarım ki Tanrı vergisi.”
Bir adım daha kaydım, korkuluklara tutunarak kendimi balkona attım. Bir gecelik yeterince aksiyon yaşadığımı düşünerek yabancıya omuz atıp yanından geçtim ve odaya girdim.
Yan odanın iki katı büyüklüğündeki, siyahın hakim olduğu otel odasına baktım. Yerden tavana kadar uzanan, çift kapılı pencerenin çaprazında; odanın köşesinde tek kişilik füme rengi bir koltuk, hemen yanındaki saksının içerisinde solmuş bir bitki vardı. Balkon kapısının solunda kalan geniş çift kişilik yatak, hemen karşısındaki büyük ekran bir televizyon ve altında dört çekmeceli bir komodin yerleştirilmişti. Komodinin birkaç santim sağında içeriye bir koridor uzanıyordu. Banyonun orada olduğunu tahmin ediyordum. Her şey baştan aşağı o kadar mükemmeldi ki. Ben odayı uzun uzun incelerken, yabancı da donuk gözleriyle beni izliyordu. Bu seri katil tavrı ve odadaki sessizlik tenimi karıncalandırınca konuşmaya karar verdim.
“Herhalde benim giyebileceğim bir şeyler yoktur.”
Gözlerimi yatağın yanındaki siyah giysi dolabına çevirdim. Başını ‘hayır’ anlamında salladığında şaşırmamıştım.
Odanın içerisine doğru yürürken kalbim rutin atışlarına geri dönmüştü. Kanımda gezintiye çıkan adrenalin yavaşladı. Derin bir nefes alıp köşedeki tekli koltuğa yerleştim ve zihnim yatıştığında başından beri sormam gereken soruyu sormadığımı fark ettim.
“Neden beni kurtardın?”
Kaşlarını çattı. Sanki dünyanın en saçma ve gereksiz sorusunu sormuşum gibi bakarak kendimden şüphe duymamı sağladı.
“Kurtarmamamı mı tercih ederdin?”
Sert sesi sırtımın yay gibi gerilmesine neden oldu. Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu. Sesimi sabit tutmaya çalıştım.
“Onu kastetmediğimi biliyorsun. Sabah beni o adamların eline bırakıyorsun, aynı günün akşamında bana yardım ediyorsun. Neden? Kişilik bozukluğun falan mı var?”
Kısa bir süre gözlerime, sonra deri ceketinin cebinden çıkardığı telefona baktı.
“İki dakikamız var. Saat dokuz olmak üzere. Şu an bu konuları konuşmaya ayıracak vaktimiz yok. Dediklerimi uygula yakalanmayalım. Yoksa seni vururum.”
Tehditkar ses tonu ve kısılmış mavi gözleri karşısında beni sinirlendirdiği kadar huzursuzlandırmıştı da.
“Sizdeki bu vurma merakı sanırım beni sinirden öldürecek.”
Kaşlarını çatarak anlamadığını ima eden bir bakış attı fakat açıklama yapmadım. Ona bağırıp çağırmak, bu otoriter tavırlarının bana sökmeyeceğini söylemek istiyordum. Fakat birine diklenmenin sırası değil gibiydi, özellikle katil ise. Midem yeniden yanıyor, huzursuzlukla dolup taşıyordu.
“Ben bunu salaklığına veriyorum.” diye mırıldandı Kayla, kendini yatağa attı ve siyah yorganın arasında kayboldu.
Bileğimden tutarak “Gitme vakti.” dediğinde dikkatimi tekrar kendine çekti yabancı. Sessiz adımlarla kapıya ilerliyorduk. Onu geri çektim. İşaret parmağımla kapıyı göstererek fısıldadım.
“Erdinç.”
İşaret parmağını dudaklarına götürerek susmamı tembihledi. Topuklu ayakkabılarımın ses çıkarmamasına özen göstererek arkasından ilerliyordum. Kapıyı açtı ve belinin arkasından çıkardığı silahla bir şeye sertçe vurdu. Şaşkınlıkla dışarı koştuğumda koltukaltından tuttuğu Erdinç’i beni az önce kurtardığı 504 numaralı odaya sürüklediğini gördüm. Endişeli bakışlarımı yakaladığında omuz silkip umursamaz bir ifadeyle mırıldandı.
“Sadece bayıldı.”
Umursamaz ifadesine takıldıysam da sessizce başımla onayladım. Bu kabustan uyanabilmenin tek yolu şimdilik onu takip etmek gibi görünüyordu.
Parmaklarını parmaklarıma doladıktan sonra hızlı hareketlerle her iki odanın da kapısını nazikçe kapattı ve beni asansöre sürüklemeye başladı. Beni kurtarmıştı. Gecenin kahramanı olan bu katile bir şans tanımaktan başka şansım yoktu.
“Otelden ayrılmamız için yalnızca üç dakikamız kaldı.”
Asansörün içinde çalan klasik müziği kaşlarım çatık vaziyette dinlerken kapı açıldı ve otelin lobisi yerine otoparkın olduğu kata vardığımızı fark ettim. Elimi bir an bile bırakmadan beni sürüklemeye devam ediyordu.
Sonunda siyah bir Audi’nin önünde elimi bırakarak arabanın kilidini açtı. Sürücü koltuğuna geçerken tekdüze bir ses ve ifadesiz bir yüz ile “Bin.” emrini verdi. Etrafıma bakındım. Karanlık bir cadde, neredeyse hiç insan yok. ‘Acaba kaçsam-’
Yolcu koltuğunun camı mekanik bir sesle aşağıya indi.
“Kaçmaya kalkarsan vururum, demiş miydim? Ah evet, demiştim.”
İçime çektiğim soğuk hava ciğerlerimi yakarken yüzümü buruşturdum ve itaat ederek ön koltuğa, yanına yerleştim. Emniyet kemerini bağlamayı ihmal etmedim. Deli gibi araba süren biri olma potansiyeli çok yüksek geliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KOREL
Roman d'amourROMANTİZM'DE #20 Sevgi dolu bir insandım ben, birkaç kez ölmeden önce. Neşeli ve hatta renklere sahip... Şimdi ise beni avlamak isteyen, yatağımın altında gizlenen canavarlarla boğuşuyorum. Hayatta kalmak ve sınırlarımı korumak için her canavarın da...