Ekmeğini taştan çıkaran insanların, alın teri ile taşlara emeğin destanını yazdıkları bir Anadolu köyünde başlaşmıştı eğitim hayatım. Bu taş ekili tarlalar atadan evlada bölüne bölüne geldiği için bize ancak bir evlek yer kalmıştı. Bu sıladan gurbete uzanan bir göçün borazanı demekti.
Ekmek kervanı İstanbul'da konaklamıştı. Taşı toprağı altındır demişlerdi. İnandık! Belki de gerçekten altındı ama biz hiç bilemedik... Babamın tırnakları beton kazmaya biraz daha dayanabilseydi; annemin çürüyen dizleri az daha direnebilseydi belki de öğrenecektik. Ama olmadı, dayanamadılar...
Lezzet ikizlerini bir araya getiremediğimiz günlerdi o günler. Ekmeği bulur zeytini anardık; simidi alır, ayranı arardık. Koladan, hamburgerden nefret eder; lahmacun ve kebaba hasret çekerdik. Kışlar, küçük sacdan sobamızın açlığa; bizim de battaniyelere mahkûm olduğumuz zaman dilimleriydi. Öğretmenimden az mı fırça yerdim titreyen parmaklarımla yazdığım harflerde ki zikzaklar yüzünden. Diyemedim, öğretmenim bu gün evimize kömür bırakan olmadı diye. Varmadı dilim söyleyemedim...
Yoksulluğun varlığa uzanan arayışları içinde zaman bu gariban aileden bir öğretmen çıkarmıştı. Kervan yine yola koyuluyordu ama bu kez yalnızdım. Kader Rize demişti. Yolculuk hazırlıkları kısa sürdü. Küçük bir çanta, birkaç iç çamaşırı, bir iki gömlek ve pantolon.
"Ama" dedi bir komşumuz "her öğretmenin bir ceketi bir kravatı vardır. Senin de olması gerekmez mi?" Olması gerekir miydi? İlk maaşımı alana kadar ceketsiz olsam olmaz mıydı ? Olmazmış! Öyle dedi komşumuz, olmazmış. Öyleyse ? Öyleyse hemen bir ödünç ceket bulmalıydım, bir de kravat. O kapı, bu kapı bir ceket, bir kravat kapmıştım. Bir hevesle giyindim ki sormayın. "Ceketsiz, kravatsız öğretmen olur mu?" "Olmaz." Olur demedik ki! Benim de vardı artık; kollarının içinden ellerim görünmese de, etek gibi diz kapaklarıma inse de, kravat ile uyumsuz görünse de benim de vardı artık.
Emanet elbiseyle geldiğim Rize'de göreve başlar başlamaz yaptığım ilk iş, maaşımla yeni bir takım elbise ve ona uyumlu bir kravat almak oldu. Allah bana yepyeni bir dünya hediye etmişti. Yeni bir şehir, yeni bir elbise, yeni bir görev. Bunca yeniliğe eski bir okulu yakıştıramamış olmalı ki okulumuzun binası da yeni yapılmıştı. Yeni Eğitim öğretim yılına bu okulda başlamıştık. Ancak okulun resmi açılışı henüz gerçekleşmemişti. Açılış için hazırlıklar yapılıyordu. Açılışa Cumhurbaşkanımız geleceği için hummalı bir gayret içerisindeydik.
O gün de akşama kadar yoğun bir bir şekilde çalışmış ve çok yorulmuştuk. Akşam eve gelince çalakaşık bir şeyler atıştırdıktan sonra asla içmeden uyumadığım çayımı dahi içemeden yatağıma bir külçe gibi yığılıverdim...
Sabah gözlerimi açtığımda ilk saati gördüm. Akrep bütün heyecanı ile yelkovanın saatlik seyahatinin bitmesini bekliyordu. Zavallı akrep, saatin icadından bu yana yelkovana aşıktı. Yelkovan mı? O şıpsevdi bir şehir delikanlısı gibiydi. Gider dolaşır, arar bulamaz. Bulamayınca uğrar akrebe bir hasbıhal eder, tekrar yoluna giderdi. Bir dakika yerinde durmazdı.Oysa akrep göleri sürekli yolda, yüreği heyecanla çarpa çarpa hep onu bekliyordu. Bu sefer diyordu, bu sefer söyleyeceğim, ona deliler gibi aşık olduğumu, onu gördüğümde hummalara tutulduğumu. Akrep sabahın yedisine doğru giden aheste yolculuğunda yelkovanla buluşmasına beş kala yine heyecanla titriyordu. Artık haykıracaktı bu onulmaz aşkı.. İşte geliyordu selvi boylusu, dudaklarında hep aynı terennüm tik tak, tik tak, ne güzel ne güzel yaşamak... Gelmişti işte, gelmişti... Gelmişti gelmesine de yine bir kuru selamla geçip gitmişti. Akrep, dudaklarında asırlardır söylenemeyen sözlerin kalbine saldığı acıyla haykırıyordu adeta yelkovanın yüzüne karşı, içinden:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KERVAN
RandomEkmeğini taştan çıkaran insanların, alın teri ile taşlara emeğin destanını yazdıkları bir Anadolu köyünde başlaşmıştı eğitim hayatım. Bu taş ekili tarlalar atadan evlada bölüne bölüne geldiği için bize ancak bir evlek yer kalmıştı. Bu sıladan gurbe...