BÖLÜM ON BİR

57.3K 862 5
                                    

Tabii ki beni bırakmayacaktı. Ben her şeyi gören o kızdım. Tıpkı rüyamda olduğu gibi. “Artık çok geç, her şeyi gördün.”
Sanırım artık beni bırakmaları için ölü olmam gerekiyordu. Bir cinayete tanıklık etmiştim. Kaçırdığı kızları, yeraltında saklayarak fuhuş ve uyuşturucu gibi yasadışı işlere sürükleyen bir çete ya da daha beteri geniş bir örgüt vardı.
Zaten pek parlak görünmeyen geleceğimin yıldızları tek tek sönmeye başlamıştı.
Hayal kırıklığımın parçaları batmasın diye koltuktan silkeleyerek halsiz bedenimi koltuğa bıraktım.
“Gerçekten acıktım.”
Midem beni onaylarcasına guruldadı. Yarım yamalak samimiyetsiz, soğuk bir gülümsemeyle başımı yasladığım koltukta gözlerimi odanın tavanına çevirdim. Yataktan kalkıp ve güçlü elleriyle bileklerimi kavradığında gözlerimi ona çevirdim. Yorgun ve uykusunu alamamış gibi bir hali vardı ama bu haliyle bile oldukça dikkat dağıtıcıydı. Mavi gözlerine gölge düşüren halkalarda parmaklarımı dolaştırarak saten kadar pürüzsüz tenini keşfetmek istedim. Tırnaklarımı avucuma batırarak bu isteği itmeye çalıştığımda dikkati ellerime kaydı.
Tırnaklarımı saplanmış olduğu etimden kurtararak iki elimi de sıkıca tuttu ve beni ayağa kaldırdı. Giydiğim elbiseyi ciddi anlamda yeni inceleyebilme fırsatı olduğunu fark ettim. Yüzünde anlaşılmaz bir ifade vardı ama saniyenin onda biri kadar bir süre içerisinde gözlerinde geçen bir parıltıyı yakalayabilmiştim. Beğeni? Heyecan? Bilemiyordum. Onun zihni benim yabancı, çorak arazimdi. Mayınlarla kaplıydı. O gözlere bir şeyler ekilmişti fakat çok cılızdı ve ne olduğunu çözemiyordum. Fazla kafa yorarak çözmeye çalıştığımda o mayınlardan birine denk gelmek şu an başıma gelebilecek en kötü şey olurdu. Onu ne kadar yüzeysel tanırsam o kadar iyiydi. Hatta hiç tanımamam çok daha iyiydi. Merakımı o mayınlı çorak araziye gömdüm ve yağmur yağmaması için dua ettim. Filizlenecek bir merak başa bela olabiliyordu.
Sonunda mavi gözlerini gözlerimden ayırarak dudaklarıma indirdiğinde aramızda oluşan tuhaf sessizliği bozan taraf oldu.
“Ufak esir için yemek vakti.”
Kaşlarımı çattım.
“Ben ufak değilim.”
Esir kısmına değil de ufak kısmına takılmam zekamın geriliğini ön plana çıkartan yeni bir örnekleme olmuşken, gözleri bedenimi baştan aşağı süzdü.
“Konuşman için izin verdiğimi hatırlamıyorum.”
Cevap vermeme fırsat bırakmadı ve elbise askısındaki kılıflardan birini alarak gözden kayboldu. Ne yapmaya çalıştığını henüz kestiremiyordum fakat sessizliğimi korumaya karar vererek uslu kız imajı yansıtmaya çalıştım. Bu gece kaçmayı başarmak istiyorsam, her güven kırıntısını ziyan etmeden toplamam gerekiyordu. Ben kafamdaki çarkları çalıştırarak planımı gözden geçirmeye başlamışken, o siyahlar içindeki bir takım elbiseyle yanımda belirdi. Kirpiklerimi birkaç kez kırpıştırarak onu inceleme ihtiyacım beni dürtükledi. Görmezden gelemeyeceğim kadar baskındı.
Giydiği basit siyah kot pantolonlarla bile muhteşem görünebilen bir insan, üzerinde tek bir kırışıklığın bile oluşmaya cesaret edemeyeceği şekilde jilet gibi ütülenmiş; gece kadar siyah ve pahalı takım elbisenin içinde ne kadar göz alıcı görünebilirdi ki? İşte bunu anlatmaya çalışırken, kelimeler kifayetsiz kaldıkları için kendilerinden nefret etmeye başlayabilirlerdi.
Yüzümün nasıl göründüğünün farkında değildim, çünkü bağımsızlığını ilan etmiş bir toprak parçası gibi bana uzaktan bayrak sallıyordu. Yüzümü hissedemiyordum, kontrolü kaybetmiştim. Üstelik düşman topraklarında.
Ağzının aralandığını ve dudaklarının kıpırdadığını, havaya karıştırdığı sesi duymak için kulağımın ekstra bir çaba sarf ettiğini hissettim. Yine de kulaklarım ve beynim gömüldüğü sessizlik topraklarından başını kaldıramadı ve ben ona ağzı beş karış açık bir şekilde bakmaya devam ettim. Neyse ki salyam akmıyordu.
Gülmek ve kızmak arasında bir yerlerde bocalayıp duruyordu ama yüz ifadesini korumayı başararak beni sarstı. Eliyle hafifçe başıma vurdu ve daha yüksek sesle tekrar konuşmaya başladı. Bu sefer kulaklarım kelimeleri rahatça içeriye kabul etmişti.
“Orada biri var mı?”
Elini ittim. Bana dokunması tenimi karıncalandırıyor, düşüncelerimi bulanıklaştırıyordu. Şu sıralar düşünebilmeye olan ihtiyacım artmışken ufak bile olsa bu dokunuşları olabildiğince tenimden uzak tutmam gerekiyordu.
“Açlıktan beynime kan gitmiyor sanırım.”
“Bende öyle düşünmeye başladım. Eğer vücuduna biraz protein giderse daha iyi hissedeceğim ve...”
Sonra birden yanlış bir şeyler ağzından kaçırmış ve görünmez bir el ağzını kapatmış gibi sessizliğe gömüldü. Elimi koluna koydu ve ceketinin iç cebinden çıkardığı bir kartı kapının yanındaki elektronik mekanizmadan geçirdi. Cihaz ekranındaki neon kırmızı ışıktan yeşile geçiş yaparken ekranda beliren ‘ONAYLANDI’ yazısı dikkatimi çekmişti. O kart bu odadan, bu otelden ve ufak çaplı cehennemimin zebanisi olan Kaya Dinçer’den kurtulabilmemin tek yoluydu.
Gerçi her cehennemde böyle kumral, GQ dergisinden fırlamış modellerden biri gibi zebaniler olacaksa; günah işlemek için sıraya girecek kızlar tanıyordum ama mesele yakışıklı zebaniyle oynaşmak ya da cilveleşmek değildi. Mesele hiçbir zaman kazanamadığım özgürlüğümü, bu yabancının bakımlı ve temiz görünen kanlı ellerinden çekip alabilmekti. Tabii bu planın ikinci kısmı da katilden kurtardığım özgürlüğü beni kaçıran örgütün eline düşürmemeyi içeriyordu.
Şu iki günde hayatımdaki kaçırılma limitimin dolduğunu düşünmeye başlamıştım. Teker teker gelin diye oluşan bağırma dürtümü güçlükle bastırdım. Hep fidye için kaçırılacağımı düşünmüştüm. Ya da babamın bir ihaleden cayması için. Tanınmadığım bir şekilde kaçırılmayı garipsemiştim.
‘Keşke birisi fidye karşılığında beni bırakmak için kaçırsaydı.’ diye düşünmeden edemedim. Sanırım öyle olsaydı şu an yatağımda oturuyor olurdum.
“Bu sessizliğin sebebi kaçma planı oluşturmak için ise baştan söyleyeyim öyle bir şey olmayacak.”
“Susmamı sen istedin. Ben senin esirinim, unuttun mu?” diye hatırlattım. Dik dik baktı, odadan çıkmadan bana güvenemiyormuş gibi kolundaki elimi indirdi ve parmaklarını parmaklarıma doladı. Odanın kapısını açıp başını dışarıya uzatarak etrafı kolaçan ettikten sonra beni kendisiyle beraber dışarıya sürükledi.
Yüksek topuklularımla holde asansöre doğru sekerken, Kaya’nın elimi tuttuğu kolunu boşta kalan elimle tutarak destek almaya çalıştım. Gözünün önünde düşerek bu kadar lüks bir ortamda rezil olmak istemiyordum. Düşüncelerimi okumuş gibi yavaşlaması bana çok iyi gelmişti çünkü elinden tenime yayılan elektrik akımı yüzünden hem düşünüp, hem de ona ayak uydurabileceğimi sanmıyordum.
Asansöre girdiğimizde minnettar bir yüz ifadesiyle ona bakıyor olsam da, bana aldırış etmiyordu. Gözleri benim dışımda her yerde gezinmişti ve bu beni içten içe rahatsız etmişti. Yanımdaki kişiyi tanımıyordum. O barın olduğu karanlık sokaktaki adamın yaşayıp yaşamadığını bilmiyordum fakat yaşıyor olsa bile bu cinayete teşebbüs sayılırdı.
Kaya Dinçer tehlikeliydi. Belki de katildi. Elini daha önce de kana bulamış olabilirdi. Şimdi dönüp beni beğeniyle incelemesini mi istiyordum? Bu delilik olurdu. Beynimin bir kısmı benim zaten bir deli olduğumu haykırırken asansörün kapısı açıldı ve Kaya kavradığı elimi sıkarak beni restoranta yöneltti. 
Kaçırılmaktan çok sevgilimle baş başa bir kaçamak yapmışım izlenimi veriyordum bu kıyafetlerle. Kesinlikle bu lükse ve ihtişama uygun görünüyordum. Kaya ile benim fazla ışıltılı bir çift gibi görünmemizin dışında olağandışı bir durum yoktu.
Beni batmak üzere olan güneşin aydınlattığı kızıl mavi denizi rahatça görebileceğimiz, insanlardan uzak iki kişilik bir masaya yanaştırdı ve sandalyelerden birini oturmam için hafifçe geri çekti. Bu kibar davranışı karşısında utansam da yüzümün kızarmadığını umdum, ifadesiz kalmaya çabalayarak sandalyeye yerleştim. Kendi sandalyesine geçerek iliklediği ceketin önündeki düğmeyi serbest bıraktı. Yüz hatları aynı sert ifadeyi koruyor olsa da gözlerindeki yumuşamayı biraz olsun görebilmiştim.
Garson telaşlanmış bir şekilde yanımıza yanaştı ve korkuyla karışık bir saygıyla başını eğdi. Başından birkaç damla terin aktığını oturduğum yerden bile görebiliyordum.
“Kaya Bey, hoşgeldiniz. Keşke geleceğinizi haber verseydiniz. Böylece siz ve misafirinizi yapacağımız hazırlıklarla daha iyi ağırlayabilirdik.”
“Çok da önemli bir husus değil. Arkadaşım yurtdışından beni ziyarete gelmiş. Burada olduğumuzu kimseye duyurmazsanız sevinirim.”
Kaya çok nazik ve sakin konuşsa da sesinden yayılan tehditkar tonlamayı iliklerime kadar hissetmiştim. Adamın etrafa saçtığı buram buram korkunun kokusu burnuma doldu.
“Elbette efendim. Sizi hiç görmedik.”
Kaya tatmin olmuşçasına başıyla onayladı ve bana döndü.
“Ne yemek istiyorsun?”
Sorusuyla hafif bir şaşkınlık yaşadım. Umursamaz bir yüz ifadesiyle omuz silktim.
“Ne istediğimin bir önemi var mı?”
Gözleri beni uyarırcasına katılaşmış ve koyulaşmıştı. Ortama yayılan gerilim garsonun huzursuzca kıpırdanmasına sebep oldu.
Gülümsedi. Dışarıdan samimi ve sıcak bir gülümseme gibi görünse de az önce garsona yaptığı gibi bir uyarı hissiyatı yayıyordu.
“Elbette hayatım. Sen ne istiyorsan söyle ve anında getirilsin.”
Ağzından akan yapmacık kelimeler midemin tiksintiyle kasılmasına neden oldu.
“Biraz tavuk ya da et. Az pişmiş olsun. Bir de kola. Aslında kola hariç gerisi pek umurumda değil.”
Kaya’nın bana dik dik bakmasına aldırış etmeden başımı çevirdim ve dışarıyı izlemeye başladım. Kendi siparişini verirken gözleri üzerimde olsa da benimle konuşmadı. Garsonlar sırayla gelerek masaya bir şeyler bırakıyorlardı ve bu süre zarfında Kaya’yla birbirimizi görmezden geliyorduk. Sanki aramızda görünmez bir duvar vardı. Oysa onun gözleri başlı başına bir duvardı. Dikenli ve elektrik verilen tel örgülerle etrafı sarılmıştı. Hemen arkasında güçlü duvarlar yer alıyordu. F tipi bir hapishaneden beterdi. Ekstra bir duvarın varlığına gerek yoktu. O yeterince koruma altındaydı.
Siparişlerimizi alan garson geri döndüğünde büyük bir servis tabağında midemin isyan edercesine guruldamasına sebep olan etlerle birlikteydi. Servisini bitirdiğinde başka bir istediğimizin olup olmadığını sordu. Kaya eliyle kışkış edercesine bir hareket yaparak onu kovdu ve garson başıyla selam vererek uzaklaştı. Ne vardı yani ‘Hayır, teşekkürler.’ deseydi? İncileri mi dökülürdü? İstemsizce kaşlarımı çattım ve bu halimi görünce yüzünü buruşturdu.
“Ne oldu? Eti mi beğenmedin? Değiştirebiliriz istersen.”
“Sorun ette değil, sende.”
Kaş çatma sırası ona geçmişti.
“Bu da ne demek şimdi?”
“İnsanlara bu kadar kaba davranmamalısın.”
Gülümsedi. İçimin eridiğini hissettim.
“Kaba davranmıyorum.”
Gülümsemesini zihnimden söküp attım ve yutkundum. İnat ederek “Davranıyorsun.” diyerek yineledim.
“Hayır, davranmıyorum. O bir garson ve görevi bana hizmet etmek. Bunun için bu işe alındı, bunun için para alıyor. Olay bundan ibaret.”
Nasıl bu kadar katı ve umursamaz olduğunu kafam almıyordu. Erkeklerin çoğu umursamazdı, evet. Böyle ufak tefek detaylara pek dikkat etmezlerdi. İnsanları ne boyutta inciteceklerini de. Ama Kaya Dinçer’in umursamazlığı çok başka bir boyuttaydı. İnsanın özgüvenini yaralayıp sakat bırakacak türdendi.
Başımı iki yana onaylamadığımı belirtecek bir tavırla sallayarak sessiz olmaya karar verdim. Anlaşılan Kaya Dinçer’in özellikleri arasına eklenecek yeni şeyler bulmuştum. Asla tartışmaya girilmeyecek kadar dik kafalı, dediğim dedik biri gibiydi ve ben böylelerini de tanımıştım. Onunla konuşurken nefesinizi boşuna tüketmemeliydiniz, çünkü onlar için iki artı iki beş ediyorsa, dört sayısının varlığını bile hiçe sayabilirlerdi.
Sinirlenmemek için kendime söz verdim. Beni kaçıran adamdan kurtulana kadar uslu bir kız olmalıydım. Diklenmek ters tepebilirdi ve ben kendimi yeniden yatağa kelepçeli bulabilirdim. Dişlerimi dudaklarıma kanatacak kadar bastırdım ve sinirimi zihnimin ücra zindanlarından birine atarak sessizleştim. Etimi ufak parçalara böldüm ve her bir lokmayı kola yardımıyla midemi gönderdim. Sanırım son iki yüz yılın en güzel icadı kolaydı. Evde bir yerlerde hiç giymesem de ‘kola kalp ben’ yazan birkaç parça tişört dolabımda uyuyordu. Onlara bakmayı seviyordum.
“Onları bir daha göremeyebilirsin.”
Kayla huzurlu kola dolu düşüncelerimi yerle bir ederek ufak parçalara böldüğüm et dilimlerinden birini uzun ince parmaklarıyla aldı ve gözlerimin içine bakarak ağzına attı. Çatalımı eline saplama düşüncesi zihnimden geçince kahkaha atarak gri dumanlı bir zelzele halinde havaya karıştı.
Yemeğimin sonuna kadar Kaya Dinçer hariç gözlerimi her yerde gezdirdim. O yokmuş gibi davranıyordum, böylece beni sinirlendirerek olay çıkaramayacaktı. Siparişimizi alıp, servisimizi yapan garsona teşekkür ettim kirli tabaklarımızı masadan alırken. Bana içten bir gülümseme göndererek başıyla selam verdi ve uzaklaştı.
Kaya Dinçer sonunda sessizliğini bozarak benimle konuşmaya karar verdiğinde ifadesiz düz bir sesle sordu.
“Her zaman bu kadar nazik mi davranırsın insanlara?”
Sorduğu soruya anlam veremeyerek bir süre ona baktım fakat açıklayıcı başka bir cümleyle devam etmeyince cevap verdim. Her zamanki gibi aklıma ilk gelen kelimeleri sıraya dizerek yumurtladım.
“Aslına bakarsan, hayır. Bu işi genelde benim yerime yapan başka insanlar olurdu bulunduğum masada. Fakat sen katıksız bir kalas olduğun için bunu benim yapmam gerekti.”
‘Kalas’ kelimesini kullandığımda kaşları çatılmıştı.
“Ben kalas derken düşünce yapını hayata geçiren beyninden bahsediyorum.”
“Evet, onu anlamıştım zaten.” diyerek ukala ve kendini beğenmiş Kaya Dinçer tarafını su yüzüne çıkarttı.
Kaşlarımı çatsam da başka bir cevap vermedim. Bugünlük diklenme kotamı aşmıştım. Faturasını ödeyememekten korkarak sessizliğe gömülme seçeneğini çift tıkladım. Ben bu kadar kolay sinirlenen bir insan değildim ama artık çok hassas olduğumu ve dikenlerin arasında parmak ucunda yürüdüğümü fark ettim. Belki de bu zamana kadar ailem haricinde hiç kimsenin terslememesi ya da umursamaz davranarak benim silahımı bana karşı kullanmamasıyla alakalıydı. Kimseye güvenmesem de bana her zaman güvenilirdi. Gülmesem de gülümsenirdi. Etrafımdaki birçok insanı umursamazlık kalkanım sayesinde ne kadar kırdığımı şimdi Kaya Dinçer denen bu yabancı sayesinde yeni öğreniyordum. Bu hassaslığımın seviyesini en alta çektim.
‘Olduğun gibi davran. Seni kıramaz.’
Kaya Dinçer’in fazlası insanı çarpıyordu. Ben buna izin vererek kendimi dağıtacak lükse sahip değildim.
“Tatlı mı yemek istersin yoksa meyve mi?”
Çok sık değişen ruh hali şok geçirmeme sebep oluyordu. Az önceki ukala Kaya Dinçer gitmiş, insancıl ve kibar Kaya Dinçer gelmişti. Ruh hali her değiştiğinde, gözleri de değişiyordu. O mavi gözler bazen düz ve ifadesizken bir anda alev alabiliyordu. Ya da çelik kadar sertleşerek buz rengini alıyordu. Bazen anlayışlı, sevecen ve sıcak bir mavi oluyordu. Yakmayan. Ilık. İnsanın içini ısıtan. Gözlerinin nasıl bu kadar sık  değiştiğini  aklım bir türlü almıyordu. Sanki birden fazla karakter içinde barınıyordu. Sanki birden fazla insan. Onu tanımıyordum. Birkaç gündür sık sık karşımdaydı ve çok az inceleme fırsatı bulabilmiştim ama yıllar da geçse yeterince tanıyabileceğimi hissetmiyordum.

KORELHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin