Eylül'ün 10'uydu. Günlerden çarşamba. Üniversite daha iki gün önce başlamıştı. Dışarda Eylül'e yakışan hafif rüzgarlı bir hava vardı.
Füsun yazın yaşadıklarını unutmuş gibiydi. Yüzünde anlamlı bir gülümseme vardı. Sanki Ömer'in dedikleri, sihirli bir değnek Füsun'a değmiş gibi, gerçek oluyordu. İçinde, hüzünlerini bastıracak kadar huzur, yalnızlığını bastıracak kadar umut vardı. Tam da umuda ve huzura nazır bir yerde ılık bir ses, 'her şey çok güzel olacak' diyordu. Aynı ılık ses Füsun'un gırtlağına oturmuş, onun ses tellerine, bir piyanonun tuşlarına dokunur gibi dokunarak 'gülümseme'nin bestesini yapıyordu.
Ömer de Eylül'ün başında gelmişti Ankara'ya. Buharlaşan Antalya gecelerinden sonra, ılımlı bir havası vardı Ankara'nın. Pencere kenarından dışarıyı izliyordu Ömer.
Bunu çok sık yapıyordu. Daha ufacık bir bebekken bile zemin kattaki evlerinin, yerden bir metre yükseklikteki penceresinin parmaklıklarından yoldan gelip geçeni izler, yeni öğrendiği bir dili kullanmanın heyecanı ve acemiliğiyle yoldan geçen insanlara
"ded-de'''amja" diye seslenirdi.....
Ömer büyüdü, ama alışkanlıkları değişmedi. Hala dünyayı bir pencere camının arkasından izlemeyi seviyordu. Ama bu kez yoldan geçenlere değil, kendine seslendi. "hadi git Ömer, konuş Füsun'la"
'Her şey bitti' derken, şimdi yeniden başlamak ne kadar doğruydu, buna karar veremedi Ömer. Lâkin bildiği bir şey vardı, o da Füsun'u zor anlarında asla yalnız bırakamazdı. En azından varlığının farkında olmasını sağlamalıydı.
Tıklım tıklım bir 'Kızılay' minibüsüne bindi, son durakta iner inmez çiçekçiye koştu. Tüm çiçekçilerde benzer çiçekler vardı.
O, her zaman gittiği yere gitti.
'Tina Çiçekçilik' yazısı ne kadar solgunsa da çiçekler o denli canlı olurdu burda.
"Nasılsın Ömer" diye sordu çiçekçi
"İyidir Ahmet abi, sen nasılsın?"
"Aynısından mı?"
"Aynısından" dedi Ömer.
"Sen çiçeklerin dilinden anlıyorsun Ömer. Erkekler pek sevmez çiçek taşımayı. Sen seviyorsun.
Sen bir çiçeğe bir çiçek götürüyorsun.
Sen sevmeyi biliyorsun." dedi Ahmet usta.
"Üzerine bir kart yazacakmısın?" diye devam etti.
"Tatlı tatlı gülümse diye... " yazalım dedi Ömer. Sonra vazgeçerek, "Ya da dur Ahmet abi, ben yazarım, sen de elindeki en güzel mor gülü hazırla bu arada"
"Peki" dedi bir sokak filozofu gibi çiçekçi.Eylül'ün teninde büyüttüm seni. Sessiz bir sonbahar rüzgârı, bizim kapının önüne bırakmış çaresizliğimi. Bakışlarına rüzgârın nefesi değmiş, masum bir sevda çöreklenmiş nefesinin doğduğu gizemli sabahlara...
Şimdi iki kişilik bir yalnızlığa kaçıyoruz kalabaklıklardan.
Yalın ayak düşlerimize gidiyoruz. Saniyelerimize kaç dokunuş düşecek kimbilir. Kaldırımlara gülümsememiz damlayacak, yürüdüğümüz her yol 'gittik' diye ağlayacak...
Kırmızı ışıkta bekler gibi beklerim gülüşünü, sesini gökyüzüne sarılmış bir melek mırıltısı gibi kendi gökyüzümde, kalbimin en parsellenmemiş kır bahçelerinde bekliyorum.
Ne olur sana özlem biriktirdiğimde içimdeki seninle,
bana mor gül ve "Seni seviyorum" de!...Yıldızından sevgilerle...
Füsun hiç ummadığı bir anda hayatının en güzel sürprizlerinden biriyle karşılaştı. Kantine ineceği sırada kendisine gelen o tatlı mor gül'ü gördü. Yanındaki kartı farketti ve hemen açıp okudu.
Ömer'di.
"Bu çiçek, dünyanın en güzel çiçeği" dedi sessizce. Kokusu ve rengi Füsun'un gülümsemesine yansımıştı. Mor bir gül, tatlı bir gülümsemeye dönüşmüştü Füsun'un yanaklarında.Cep telefonunu eline aldı, hayatta sadece bir kere aradığı bir numarayı anımsamaya çalışıyordu. O'nun sesini duymalı O'na dünyanın en anlamlı teşekkürünü etmeliydi.
Olmadı.
Yarım saat sonra ortada sadece 'yanlış numara' cevabıyla karşılaşılan 7-8 telefon görüşmesi vardı.
Yine tek çare bilgisayardı, ama 'Ömer iletilerini okumazsa, ya bu şehri terk ederse?' diye kendi bulduğu çareyi kendi boğazladı. O an, beyninde bir ışık parladı. Bir ihtimal daha vardı. İnternetten ismini aradı Ömer'in.
Bir özgeçmiş sitesinde, Ömer'in özgeçmişinin yazılı olduğu bir belgeye ulaştı. Orda Ömer'in telefonu yazılıydı. Hem ev... Hem cep...Şanslıydı Füsun. Heyecanla Ömer'e giden 11 haneyi çevirdi.
Numara meşguldü.
Sonra tekrar aradı.
Çalıyordu..
3. kesik tonda sonra telefon açıldı.
"Efendim?" dedi Ömer.
"Ömer?"
"Buyrun, benim"
"Ya sen nasıl bir insansın ya! Bu kadar güzellikler nasıl aklına geliyor? Öylesine güzel şeyleri bir çırpıda nasıl bir araya getirebiliyorsun?"
Ömer sesi tanıyınca donakaldı. Ee, her zaman sürprizleri o yapmayacaktı ya.
Füsun'daydı sıra.
"Numaramı nasıl buldun?" diye sordu Ömer.
"Önemli mi?" dedi Füsun.
"Çok şaşırdım" dedi Ömer.
"Seni görmeliyim" dedi Füsun. "Ankara'da mısın?"
"Evet" dedi Ömer.
"O zaman yarım saat içinde yurdun önünde ol" dedi Füsun.
Yarım saat sonra Ömer, Füsun'un kaldığı yurda doğru giderken, Füsun özlemle geldi sarıldı Ömer'e.
Ömer şaşkınlıklarına bir yenisini ekledi.
"Soğukta falan kalmadın değil mi sen?" dedi Ömer.
"Bu da nerden çıktı?"
"Ne bileyim, böyle birden coşkuyla sarılınca... "
"Seni özlemiş olamaz mıyım?"
"Beni bu kadar özleyeceğini düşünmemiştim"
"Ben de" dedi Füsun. Sonra "Ama o mor gülü görünce, seni çok özlediğimi anladım" diye ekledi.
"Buna sevindim" dedi Ömer. Yeniden Füsun'a dokunmak, O'nun gözlerine bakmak inanılmaz bir duyguydu.
İlk kez âşık olmuşçasına heyecanlı, hiç âşık olmamışçasına huzurluydu.
Çünkü aşk, genelde huzursuz bir histi.
Asıl ilginç olansa, insanların bu huzursuzluğa bayıla bayıla kendilerini kaptırmalarıydı.
"Biliyor musun? Hani bana bir şey söylemiştin, hatırlıyor musun?" dedi Füsun.
Ömer kafasını hafif yan çevirdi, tek kaşını kaldırıp meraklı gözlerle Füsun'u dinlemeye devam etti.
"Eğer bir şansım olsaydı, senin için seninle bile savaşırdım demiştin."
"Sözümün arkasındayım." dedi Ömer gülümseyerek.
"O zaman savaş benimle" dedi Füsun.
Bu ilişkinin sıradanlıktan bir kaç beden büyük bir aşk olacağı, "Savaş benimle" şeklindeki kabul cümlesinden bile çok rahat anlaşılıyordu.Hafif bir rüzgâr ikisinin de saçlarını okşadı ve dudaklarına dokundu. Sonra hafifçe birbirlerinin rüzgârı oldular.
Düş gibiydi her şey...
Düş gibi hafif, rüzgâr gibi gerçek...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bu biZim MasaLımız
Non-Fiction'Sen bana geÇ kaldın' adlı hikâyenin Alternatif Versiyonu