Demir kapını kanatları geriye doğru açıldı. Araba geniş avlunun içinde durdu. İki kadın polisin kollarında, eli kelepçeli mahkum indirildi. Erkek polis elindeki evrakları gardiyana verdi. Şişman, iri burunlu adam gözlüklerini taktı. Evrakları inceledi. Karşılıklı imzalar atıldı. Polisler arabalarına binip görevlerini yapmanın mutluluğu içinde oradan ayrıldılar.
Odanın kapısında bekleyen lacivert elbiseli iki kadın gardiyan, kollarına girip, merdivenlerden yukarı çıkardı. Asık suratlı, çelimsiz olanı, kocaman bir anahtarla demir kapıyı açtı. Koridorun sonuna vardıklarında, başka bir demir kapının yanında durdular. Şapkasının arkasından at kuyruğu şeklindeki sarı saçları çıkmış, uzun boylu gardiyan kapıyı açtı. Kadın içeri girdi.
Mahkumlardan bir kısmı masanın çevresinde oturmuştu. Bazıları ranzaların üstünde uzanmış el işi yapıyor, ya da kitap okuyordu. İçerinin loş havası içinde tütün kokusu her yanı sarmıştı. Duvarlardaki boya kirli görünümü buranın bakımsızlığını gösteriyor gibiydi.
Melek, masadaki boş sandalyeye oturdu. İçlerinden yaşlı ve şişman görünümlü birisi hoş geldin kızım dedi. Diğer kadınlar da selamlayıp Allah kurtarsın diyerek tekrar kendi dünyalarına döndüler. İçeride Melek ile birlikte on altı kadın mahkum daha vardı. Hepsinin ayrı hikayeleri vardı. Çoğu buranın kıdemlisiydi. Onlar uzun cezalar almış, dışarıyla bağlarını çoktan koparmışlardı. Onlar için dünya bu odanın içine sığmıştı. Yeni gelenler olduğunda dışarının özgürlük kokusunu içlerine çekiyorlardı. Kısa süreli bu hal bile onları mutlu etmeye yetiyordu. Kendilerine geldiklerinde özgürlük hayalleri çoktan uçup gitmiş oluyordu.
Melek içerinin havasına çabucak alışmıştı. Zaten yapacağı ne vardı ki? O nedenlerini ve sonuçlarını bildiği kavganın içine itilmişti bir kere. İstememişti böyle olmasını. Hayalleri başkaydı. Yine olmamıştı. Kötülerin dünyasında hayaller sadece düşlerde kalan şeylerdi. Ne sevgi, ne çocuklarına sarılmak onları koklamak, okula göndermek, onlarla çalışıp yaşamı paylaşmak olmamıştı, olamıyordu. Kafalarının içi henüz pırıl pırıl olan çocuklarını kirli dünyanın elinde çekip kurtarmayı o kadar çok istemişti ki...
Burada yaşam dışarıdan daha onurluydu. Hayatın ezici yükünü sırtlamış bu insanlar birbirlerini daha iyi anlayabiliyordu. Dayanışma, yardım, paylaşma her şeydi burada. Duvarlar arasına sıkışmış hüzünleri mutluluğa dönüştürmeyi bilmişti kadınlar.
Herkesin varlığı ortaktı. Hiç parası olmayanla, dışardan sürekli parası gelenler aynı şeyleri paylaşıyor, kimse horlanmıyordu. Tam bir eşitlik ortamı vardı. Kimse bir köşeye sıvışıp, bencillikleriyle baş başa kalmak istemiyordu. Sevinçler de üzüntüler de ortaktı. Buraya geldikten sonra yüreğindeki gerginlik yumuşamıştı.
Farklı kültürlerden çok değişik nedenlerle buraya düşmüş bu insanların dışardakilerden tek farkı hayata isyankar bakışlarıydı. Suç bir bakıma isyan etmek değil miydi? Kimine göre suç, onun çıkarlarına karşı koymak, kimine göre asıl suçluların suç işlemesini ortadan kaldırmaktı. Buradaki öykülere bakıldığında ortada suçlu yoktu. Suça itilmiş insanlardı bunlar. Ya asıl suçlular? Sokakta yürüyen iyi giyimli saygıdeğer adamlar suçsuz mu? Şatafatlı masasına oturmuş etrafına emirler yağdıran o adamların hiç mi suçu yok? Fetvalar vererek herkesi uyuşturanlar, bir sürü unvana sahip, çok bilmiş takımı onlar da suçsuz?
Oltadaki balık benzeri, kader denilen ağa takılmış bu insanlar, yazgılarına kendileri hükmedemedikleri için buradalar. Elinden kitabı hiç düşmeyen yüzlerinde çizgileri olan kadın... O gazeteci. Suçu, üyesi olmadığı bir örgüte sözleriyle, yazdıklarıyla yardım etmek. Yılmadan, durmadan okuyup, bazı günler sürekli yazan birisi. Ne yazdığı sorulduğunda, Sizleri yazıyorum, diyor. Gazeteci bazı günler diğerlerine katılıyor. Okuyup, yazmayı bırakıyor. Soruyor, bakıyor. En ince ayrıntısını öğrenene kadar dinliyor. Kadınların sorularına incitmeden verdiği yanıtlar, onların adam yerine konulması mutlu ediyor mahkumları. Acılara batmış bu insanlara mücadele etmenin erdemini, yol ve yöntemlerini anlatıyor.
Okuldaki bir öğretmenin edasıyla tüm bildiklerini aktarıyor, arkadaşlarına. Geçmişi anlatıyor. Nasıl okumuş, nasıl gazeteci olmuş, evlilikleri, çocukları. En etkili olanı okul yaşamı.
"Konya'da sekiz kişilik bir aileden geliyorum. Dört erkek iki kız kardeşiz. Babam şeker fabrikasında işçiydi. Annem ev hanımı. Babamın maaşı yetmiyordu. Köydeki tarlamızı da ekip dikip yaşamımızı sürdürüyorduk. İki abim okumadı. Evlendiler. Kendi yaşam savaşına başladılar. Ben kazandığım bursla okumayı sürdürdüm. Annemin yaşadığı sıkıntıları yaşamak istemiyordum. Çevremizin muhafazakar yapısı kız çocuklarının okumasına sıcak bakmasa da babam benim okumama itiraz etmedi.
Sınav sonuçlarını öğrendiğimde başka bir dünyaya geçmiştim. Uzayda bir yerler olabilirdi. Aman tanrım bu nasıl bir mutluluk diye haykırdım. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü ilk sırada kazanmıştım. Annem mutluluğumu bayılarak karşıladı. Uzun boyu iri gövdesinde kanepeye yığılıp kaldı. Bizim evde görülmedik bir mutluluk rüzgarı günlerce esti.
Ta ki abimlerden birinin itirazına kadar.
En büyük abim kızlar başka şehirde okuyamaz deyip kestirip atmıştı. Çalıştığı iş yerinde patronu olan adam sakallı şalvarlı birisiydi. İki karısı yedi çocuğu vardı. Yanında çalışanlara iyi davranıyor ama onun kurallarına göre davranmayı şart koşuyordu.
Abim böyle birisi değildi. Ama değişmişti. Akşam sohbetlerine gitmiş, dinsel argümanları sorgulamadan kabul etmişti on yaşındaki kızını ve on üç yaşındaki oğlunu yatılı kurslara göndermiş, onların dini eğitim alması için her tür çabayı göstermişti
Annem dinlemedi. Babam da aldırış etmedi. Kız benim, kendi çocuklarına karışırsın dedi. Bende böylelikle Ankara'nın yolunu tuttum.
Fakülteyi bitirdim. Bir süre öğretmenlik yaptım. Mesleklerin en güzeli bence. Çektiğimiz bütün acıların nedeni okuyamamak. Bir öğretmen olarak çocuklara bir nebze yardımcı olmak beni çok mutlu ediyordu. Özellikle kızlara. Onlar bu topraklarda daha sajipsizdiler. Kadını eğitimsiz bir toplumdan ne bekleyebiliriz? Çocuğunu yetiştirecek annelerin cahil kalması bu topluma yapılacak en büyük kötülüktür. Ve bu kötülüğü ne yazık ki yaptılar. Okuyan, meslek sahibi olan, aydın insandan korktular. Bilemiyorum, belki de birileri böyle istiyordu.
Sadece bu kötülük kadınlara yapılmadı. Bütün bir sistem herkese uygulandı. Bir toplum ancak böyle çökertilebilirdi. Eğitimi içinden çıkılmaz hale getirdiler. Bunun sonucu tolumu istedikleri gibi yöneteceklerini düşündüler. Bunda başarılı da oldular.
Kendinizi düşünün. Okuma fırsatınız olsaydı, çoğunuz burada değildi. Bir işiniz olacak, çocuklarınıza karşı sorumluluklarınızı en iyi şekilde yerine getirecektiniz. Erkeklerin dünyasında haklarınızı savunacak, yaşamınıza yön vermelerine dur diyebilecektiniz.
Melek, gazeteciyi dinlerken lise yıllarına gitti. Çalışkan, zeki bir öğrenciydi. Fırtınanın kırdığı dalın durumuna düşürülüp, okulundan ayrılmak zorunda kalmıştı. O korkunç gün yaşamının sonuna getirmişti onu. Okuyacak avukat olacaktı. Çaresizlere çare olacak, özellikle ezilenlerin uğradığı haksızlıklara karşı duracaktı. Onu bu nem kokan dört duvar arasına iten o karanlık günü unutamamıştı. Aslında Melek on beşinde ölmüş güzel bir kızdı. Kalbi yosun tutmuş, arzularının esiri olmuş karanlık birisi her şeyini alıp gitmişti. Hayalinde yaşattığı sevgilileri, çocukluk aşkları, başarıları yerle yeksan olmuş, uçup gitmişti.
Gazeteci çayından bir yudum çekti. Okuyan toplumun önemi üzerinde konuşmaya devam etti.
''Hepimiz ormanın ne anlama geldiğini biliriz. Ancak bize orman nedir?, diye sorulduğunda ağaç, dal, yaprak aklımıza gelir. Ama orman dediğimiz doğanın can damarıdır. Kimisi tek bir ağacı ve onun bölümlerini görürken, eğitimli insan ise çok farklı görür. İçindeki diğer canlı türlerini, kuşu, böceği, çiçeği, karıncayı görür. Bir dalın, çalının, yaprağın, böceğin ne işe yaradığının farkındadır. Kitaplar yazılabilir ormanla ilgili. Eğitim böyle bir şeydir. Başkalarının göremediğini görmek, duymadığını duymaktır''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ERKEN ÖLÜM
General FictionYaşanmış bir olaydan yola çıktım. Kısa bir bölüm oluşturdum. İlk çalışmam olduğu için eleştirilerinizi bekliyorum.