Saat, gecenin üçü.
Dengesiz adımların çoğalırken, zar zor bıraktın kendini yatağıma. Nefeslerin örüntüleri ağlatacak kadar düzensiz ilerliyordu dudakların arasında. Derin nefeslerin arasına kesikleri karışıyor, bir türlü tutturamıyordu normali.
"Jungkook!"
Endişeye boğulmuş isminin yankısı kalıyor sadece bende. Baygın bakışların, bu sefer taşımıyor parıltıları. Boğulur gibi bir nefes daha alıyorsun zoraki.
"Ming..."
Kurumuş boğazından acıya dönerek çıkıyor harfler. "Ming'lerim. Cebimde."Ming'lerin.
O zamanlar, tek cehennemimizdi onlar. Bir dolu beyaz hap doluşmuştu sıradan duran bir ilaç şişesine. İnsanlar bilmezdi, Jungkook, o hapların seni nasıl zehirlediğinden bahsetmezdi kimse. Uyuşturucu nasıl usulca bulaşıyor güzel bedenine, kimse konuşmazdı. Sessiz, çaresiz bir tanıklıktı benimki ise. Onlara Ming derdin, karanlığı aydınlatan ışık anlamını bahşederdin zehirlerine.
Eğer bir isim gerekirse, bende sana Ming diyebilirdim Jungkook. Ancak sen, tek bir kelimeyle sınırlandırılamayacak kadar özeldin ruhumda. Hem karanlığı aydınlatan ışık, hemde ışıkları yutan bir zifiriliktin benim için. Her daim, eksilmiyordun benden.
Jungkook,
içimdeydin,
tam benliğimde.Titrek ellerimle kavradım şişeni o sırada. Zehirlerini elimde tutmak, midemi altüst ediyordu, Jungkook. Kanına bulaşmış bu zehir yuvalarını hiç mi hiç sevmezdim.
Sana hep, çukurdan bahsederdim ne zaman Ming'lerinden konu açılsa. Sırıtarak kafanı geriye atardın, onlar benim çukurum değil, gökyüzüm derdin kahkahalar eşliğinde.
Yanılırdın, Jungkook. Gökyüzü zehirlemezdi. Ancak sen öyle kanıksamıştın ki zehrini, bulutları dahi sayabilirdin şişenin içinde.
Bir hapı zorlukla çıkarıp uzattım sana. Titremelerin şiddetleniyor, yine bir tek çaresizliği bırakıyordu bana. Normalde hep su yardımıyla içtiğin Ming'ini, bu sefer zorlanarak tükürüğünle yolladın boğazına.
İkimiz de, Jungkook, ikimiz de aciz insanlardık.
Bir film sahnesi içinde olduğumuzu hayal ettiğimde, arka plana bir tek hüzünlü boğucu bir şarkıyı layık görebiliyordum, affet beni. Acizin önde gideniydik, Jungkook; boğulup gidiyorduk bok çukurlarında.
Sessizlik tam anlamıyla odaya çöktüğünde, Ming'inin etkisi elle tutulur hale gelmişti zamanla. Titremelerin azalıyor, soğuk terlemelerin şakaklarında birikerek sonu kucaklıyordu.
Alaycı bir parlama yerleşti yine gözlerine. Güç bulmuş gibi, kendini yataktan kaldırıp biraz daha uzağa bıraktın. "Bu hissi özlemişim," diye mırıldandın arsızca.
Özlem kavramı, bir tek seninle bağdaşıyordu benim içinse. Ancak sen, bir hapı bile özler, beni özlemezdin Jungkook.
Anlık bir öfkeyle kıstım gözlerimi. "Tabi, yıllardır hasrettiniz birbirinize."
Kahkaha attın. İflah olmazdın, Jungkook; öyle inatçı bir yapın vardı ki, bir şişe ölümü kucaklardın tüm duygularınla. Sık sık, Ming'lerinin bulunduğu şişeye sarılırdın, tıpkı bir çocuk gibi. Gözlerinde öyle bir mutluluk olurdu ki, Jungkook; bir şişe hapın bile benden daha değerli olduğu gerçeği bir gülle gibi çarpardı bilincime.
İşte aptallığım da burada devreye giriyordu. Aptaldım, Jungkook. Senin bir şişe zehire sarıldığın anları bile izlerdim elimden bir şey gelmeden. Ama, Jungkook, o kadar güzelsin ki; parmak uçlarında ölümü kavrarken bile severdim seni.
Bu aptallığım, iki yıldır bitmiyordu bir de. Beynime yer etmiş, hatalı, işe yaramaz hastalıklı bir kitleden önce; bu aptallığım tedavi edilmeliydi benim. Benim minik hastalıklı kitlem bir gün beni sona ulaştıracaktı, ve her şey bir anda olup bitecekti, uyanmak gibi.
Aptallık ise, uykuya dalmak gibiydi, Jungkook. Yavaş yavaş, tüm gerçekliğini çalardı insanın. Aptallık umutlu bir şeydi, ve Nietzsche umuda en büyük kötülük sıfatını boşuna layık görmemişti.
Jimin, evli bir adam olan Hoseok'un aşkıyla iyice dolup taştığı bir gecede çıkarmıştı biralarımızı. Benim içmem zararlıydı, sırf bu yüzden bardağı ağzıma kadar götürüyor, ama dudağıma bile dokundurmadan geri koyuyordum yerine. Jimin, kendi düşünceleriyle öyle boğuşuyordu ki; bitmemiş koca bir bardağı fark edecek durumda değildi. Gereksiz espriler yapıyor, anlamsız şakalara atıyorduk kahkahalarımızı. Tam o sırada sormuştum, gülmekten kendini yere atıp tuhaf çığlıklar attığı sırada, Hoseok bu haline ne der?
Tüm gülüşler, bir anda kesilmişti o saniye. Yine de, ayıp olmasın diye zoraki bir gülümseme sunar gibi kıvırmıştı dudaklarını. Hiçbir şey demezdi, demişti gülerek. Sikinde bile değilim onun.
Ardından boşboğazlığım tutmuş olsa gerek, nasıl bir his, diye sormuştum; patavatsızlığım yetmezmiş gibi eklemiştim bir de, seni umursamasa bile onu sevmek yani.
Yine gülmüştü. Kuşları severim, Yoongi, demişti içkisini kafaya dikerek, farz et ki ben bir kuşum, o ise deniz. Yüzemem, Gi, yapamam. İstemekle alakası yok bunun, yapamam.
Aradan onca geçmiş cümleler, şu anki durumumuza nasıl da uyuyor, bir baksana bir tanem?
Jungkook, kendime uçmayı layık göremem doğrusu; özgür olamayacak kadar hapisim kendi içime. Gökyüzü, beni kabul etmez.
Ve sen, bir deniz olamazdın, kabul edelim. Biz basit insanlarız, Jungkook; deniz de gökyüzü de büyük ve pahalı gelir bize.
Ama haydi, farz edelim ki öyleyiz. Bu gecelik, aciz olmayalım.
Derin sularında,
birazcık uçmama izin ver,
Jungkook.
Ya da sadece,
boğulmama izin ver,
nefessiz kalmama,
söz veriyorum,
sessiz bir ölüm olacak. Seni rahatsız etmeyeceğim bile.
Senin sessizliğin, benim mutluluğum.-
Ming, karanlığı aydınlatan ışık demek tahmin edersiniz belki.
Bu fici neden yazıyorum bilmiyorum.
Ama şey,
Lucia - Silence.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sora || YoonKook
Fanficah, Jungkook. yanıma bir tek geceleri gelirdin, ancak ben, güneş gökyüzünün en tepesine tırmanırken bile, seni severdim.