Sonun Başlangıcı

428 42 56
                                    


Seafret
-
Angel of small death and the codeine scene

Doğruyu söylemek gerekirse, bu hikayenin belli bir başlangıcı ve sonu olmamakla beraber, bir başkası tarafından yazılmaya başlanmıştır. Neden bu hikayeyi benden dinlediğinize gelirsek, istesem de istemesem de başrolü ben oynamak zorundayım. Çünkü bu hikaye benim. Ben hep bu hikayede bir yerdeyim. Tıpkı sizinki gibi; bir tekerleme, bir yokuş aşağı yuvarlanıp giden bir bilye ya da ne bileyim, derin kuyularda demlenmiş acılarla başlamıyor benimkisi.

Babam başlatıyor her şeyi, bir yazardır kendisi. Ben doğduğum gün bir masala başlıyor ve tamamlayamadan bırakıp gidiyor öylece beni. Ve sahne bana kalıyor, tek oyuncu benim. İstesem de istemesem de oynamak, bu masalın elimde nasıl bir kabusa dönüştüğünü anlatmak zorundayım. Çünkü babamın benden tek isteği bu. Satır altlarına beni kazıdığı, andırıyor gibi gelse de aslında yaşamımı yazdığı kitabını hatalarım, yaralarım ve kabuklarımla işlemem, yıldızlarımı kendi rengim ve desenlerime boyayıp gökyüzüne astıktan sonra arkama yaslanıp manzarayı izlemem onun için yeterli. Bunlar onun cümleleri tabii. O zamanlar bilmiyoruz ki sonrasında o yıldızlar bir sapanla tek tek vurulacak, avuçlarıma dolacak. Parmaklarıma bulaşan yıldız tozları solacak, ellerim karalara bulanacak.

Başlamadan önce, her şeyin sorumlusunun fırtınalı bir gün olduğunu söylemek istiyorum size.

Her şey tam olarak böyle başladı.

Ve beraberinde, çığlık atan kasırgalar vardı.

***

O yıllarda, Avustralya'nın küçük bir kasabasında yaşıyorduk. Temmuz tahtını kurmuştu. Yağmurlar başlayalı ay olmuş, o günse bir fırtınadır tutturmuştu. Rüzgar dış kapının altındaki boşluktan hücumla içeriye doluyor, serin ve nemli hava insanı diri tutuyordu. Deli bir uğultu vardı dışarıa. Soluk bir gündü. Sabahtan beri yağmur kesilmemiş, akşam yaklaşınca da şiddetini arttırarak fırtınaya çevirmişti. Eski bir resmin yıpranmış yüzünde donup kalan siyah beyaz bir andı sanki durmadan kendini başa alıp oynayan an.

Oysa gökyüzü aniden vişne kırmızısı, soğukta kalmış dudak moru, çivit mavileriyle aydınlanıyor, gözlerimi kamaştırıyordu. Naralarla haykırıyordu öfkesini, sanki yıllardır içinde tutuyormuş gibi. Sahi, bu neyin öfkesiydi? Sanki sık sık kapıyı çalmıyordu yağmurun habercisi.

Vaziyeti görmek üzere pencereye yürüdüğümde tek görebildiğim kocaman bir damla halinde cama yapışıp uzun şeritler halinde aşağı süzülen yağmurdu. Bulanık ekrandan ağaçların iki yana savrularak ayakta durma çabasını izledim. Yaşlı Meşe'nin çığlıklarını duyabiliyordum sanki tüm bu uğultunun ardından.

Toprağın daha fazla suyu alamayacağını düşündüm, suyun yükseldiğini ve camları suyun altından boğuk bir çatırtıyla patlattığını.

Oysa dışarıda dünyalar koparken evin içinde duyulan tek ses şöminede yanan odunların yumuşak çıtırtısıydı. Omuzumda duran battaniye sırtımı sıcacık sarmıştı. Önüne bağdaş kurup uyuşan parmaklarımı ateşe tutmanın hayaliyle duvarları kararmış şömineye yürüdüm. Huzurla yerime kurulmak üzereydim ki aniden evi dolduran gümbürtüyle yerimden sıçradım.

Soluk yeşil kapı iki koca yumruk yedi önce tam göğsüne, sonra darbeler tamamına yayıldı eski ahşabın. Demir sürgüsü şıngırdıyor, yatağından ayrılıp firar etmek istediğini belli etmekten hiç çekinmiyordu. Aslına bakarsanız tüyler ürpertici bir durumdu. Bu saatte, kasabanın bu bölgesinde, tüm bu kargaşanın içerisinde birisi kapımızı parçalamak ister gibi yumrukluyordu. Bense öylece durmuş, kapının darbelere verdiği tepkileri izliyordum.

sonun başlangıcı // sekaiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin