4N1K - BÖLÜM 2

1.3K 9 0
                                    

Kağıtta yazılanların şokunu atlatamadan, anne tehlikesini atlatabilmek için notu hızlıca buruşturup yanımdaki çöp kutusuna fırlattım. "Yanlış geldi herhalde... Ben akşam sorarım kiminmiş..." Elbiseyi panikle kutuya yerleştirip, anneme "Üzgünüm ana kraliçe, seni de boşuna heyecanlandırdım" dedim. Annem her ne kadar "Notta ne yazıyordu" temalı meraklı sorular yöneltse de bana, ayağa kalkıp omuzlarından hafifçe ittirerek "Birinin siparişiymiş annelerin en güzeli, hadi çık sen" dedim. Birkaç adım geriye doğru atıp, kapının girişinde durdu annem ve elini bel boşluğuna yerleştirip "Öyle olsun bakalım" dedi. "Kahvaltı sofrasını toplamadım, istersen in ye hemen."
"Aaa... Bugün pas geçiyorum. Ali çağırdı dün kahvaltıya. Hep beraber yapalım dedi."
"Çünkü sürekli ayrısınız, bugün kahvaltıda da buluşun aman," dedi gözlerini kısıp. "İyi tamam. Selam söylersin."
Annem odadan çıkınca kapıyı kapattım hemen ve sırtımı kapıya dayadım. "Sanırım biri benimle dalga geçiyor," dedim gözlerimi yataktaki kutuya dikip. "Bizimkilerin işine de benzemiyor ama..." Sırtımı kapıdan çekip, telefonumu aldım az önce bıraktığım yerden. Aklıma gelen ilk kişiyi, Ali'yi aradım hemen. İkinci çalışta beni meşgule atıp, ardından "Şu an kahvaltı masası ile uğraşıyorum, uyandıysan hemen gel" diye mesaj gönderdi telefonuma. Dediğini yaptım, yapacak başka bir şey olmadığı için. Hızlıca giyinip, Alilere gittim. Yavaş yürüyerek on beş dakika, hızlı yürüyerek on, koşarak beş dakikaydı Alilerin evi bize. Kafam biraz bulanık olduğu için, koşmayı tercih ettim o gün. Yuvarlanmaktan sonra koşmak, beni rahatlatan ikinci şeydi çünkü.
Alilerin dairenin kapısına geldiğimde, nefes nefeseydim. "Hamlamışım," dedim yüzümü buruşturup sırtımı kapıya yaslarken. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken, tersten kapıyı tekmelemeye başladım. Daha üçüncü tekmemde kapı açılınca, kendimi geri çekme şansım olmadığı için içeri doğru düştüm. Ali'nin kollarına... "Bir kere de normal bir giriş yapsan keşke" dedi gülerek. Ben kollarında debelenirken, omuzlarımdan tutup doğrulttu beni. "Kapının arkasında mı bekliyorsun anlamadım" deyince güldü sadece ve eliyle geçmemi işaret etti. "Bugün bir tuhafsın ha," diye homurdandım yanından geçip salona doğru yürürken. Ali de takip etti beni. Kapının tam önüne geldiğimizde her zaman sonuna kadar dayalı olan salon kapısının kapalı olduğunu görünce, biraz şaşırıp Ali'ye çevirdim kafamı tek kaşımı kaldırarak. O ise, benim şaşkın suratımdan zevk alıyor gibi güldü yine. Sonra benim yanımdan kolunu uzatarak salon kapısını açtı ve ben ne olduğunu anlayamadan beni içeri ittirip kapıyı üzerime kilitledi.
"Ne oluyor lan?" dedim gözlerimi kırpıştırarak. "Bu neydi şimdi?" Birkaç adım atıp, tam kapının dibinde durdum ve kapıya vurdum hafifçe. "Oyun mu oynuyorsunuz benimle lan? Aç şu kapıyı Ali?!" Cevap gelmediği gibi, cama vuran silüeti de git gide uzaklaşıyordu benden. "Ali?! Kime diyorum?! Old boy* muyum lan ben, niye odaya kilitliyorsunuz beni?!" Bir adım geri çekilip, kaşlarımı çattım kafamı yukarı doğru kaldırıp. "Allah'ım ne oluyor ya... Bugün niye böyle şeyler oluyor hep? Bugünün kuradan ben mi çıktım cidden?" Başımı tekrar önüme çevirdim, "Ya valla oyun havamda değilim, çıkarın beni şura-" Cümlemi tamamlayamadan, gözlerim kapının yanında asılı kağıttan yapılmış oka takıldı. Kaşlarımı tekrar çatıp, oraya doğru yaklaştım ve o okun ucunun başka bir oku işaret ettiğini gördüm. O da başka bir oku takip ediyordu... Okları takip ettim şaşkınlıkla. "Okların sonunda el hareketi falan yapan biri çıkarsa, hepsini fazlalıklarından ipe asacağım" diye mırıldandım kendi kendime. Birkaç sıralı ok, beni odanın penceresine götürdü. Perdeyi bir çırpıda sonuna kadar açtım "Yine ne işler karıştırıyorsunuz siz," diyerek. Pencere perdesinden ayrılınca, sanırım şu hayatta gördüğüm en güzel manzarayla karşı karşıya kaldım.
Kasım ayındaydık. Her yere kar yağsa da İzmir'e yağmazdı. Ama o an, pencereden bana yansıyan görüntü bu gerçeğe inat öylece duruyordu önümde. Lapa lapa kar yağıyordu. Lafların tam ortasında ise, bir iple pencereye sarkıtılmış yeşil bir zarf vardı. Vücudumdaki tüm tüyler 'duygusallaşma' denen benle alakası olmayan o saçma şeyin etkisi altında saygı duruşuna geçti birden. Tek elimi ağzıma doğru götürüp, bastırdım. Boşta kalan elimle ise pencereyi açıp, elimi uzattım ve dışarıda yağan karın avuçlarıma dolmasına izin verdim. Sol taraftan vuran güneşe rağmen avuçlarıma dolan sahte karı gülümsemeyle selamlayıp, zarfı çekip ipinden ayırdım usulca. İçinden bir kağıt ve anahtar çıktı. Kağıtta "Her doğum gününde, bu kış İzmir'e kar yapsın diye dilek diliyorsun değil mi? Geri zekalı. Yağmıyor işte. Salak salak her doğum gününde kar yağmasını dileme. Yukarı çık ve adam akıllı bir dilek dile." yazıyordu. Yazıyı okurken benden habersiz yanaklarımdan süzülen bir damla gözyaşını hırkamın koluna sildim. "Geri zekalılar..." Sağ avcumda sımsıkı tuttuğum anahtarı da alarak kapıya doğru koştum ve Ali'nin kilitlediği kapıyı açtım hemen bir yandan kendi kendime gülüp diğer yandan onlara saydırırken. Koşarak beş kat çıktım ve çatıda beni bekleyen o dört aptalın yanına gittim. Kapıdan içeri girdiğim anda yapay kar spreylerini bana doğru püskürtmeye başladılar. Baştan aşağı yapışkan yapay kar vücuduma yapışarak beni çirkin bir kardan adama çevirdi dakikalar içinde.
"İyi ki doğdun Yaprak'ım!" diye bağırdı Ali, terasın diğer ucundan. Koşarak yanıma geldi sonra, yüzünde bana kocaman bir gülümseme hediye etmenin verdiği mutluluk vardı. "On iki yıldır her doğum gününde kar yağmasını dilediğini biliyoruz salak kız. Bu doğum gününde sana, bir dilek hakkı hediye etmek istedik." Allah'ım, lütfen... Lütfen ağlamayayım. Ağlarsam beninle on yıl dalga geçeceklerini bildiğimden teras girişince kontrol ettiğim göz yaşlarımı, tekrar salmamak için sıktım kendimi bir süre. Hala kar spreyleriyle bir oraya bir buraya koşuşturan Sinan, Gökhan ve Oğuz'a baktım. Sonra bana güzel gamzelerini belli ede ede gülen Ali'ye... Sonra daha fazla dayanamayarak, göz yaşlarımı salıverdim. "Geri zekalılar... Hepinizi asacağım ipe fazlalıklarınızdan, görürsünüz siz" dedim ve ellerimi iki yana açıp. En yakınımdaki Ali, bana ilk hamleyi yapmadan Oğuz koşarak gelip Aliyi ittirdi ve sarıldı bana. Sonra Gökhan ve Sinan, en son Ali... Hala ellerindeki spreyden kar püskürtmeye devam ettikleri için bembeyaz bir top haline gelmiştik birkaç dakika içinde. Kolay kolay sarılmazdık. Ya da sevgi sözcükleri söyleyemezdik birbirimize. O an olduğu gibi... Her diyemediğim iyi ki varsınız cümlesi için, biraz daha sıkı sarıldım. Ve içimden, on iki yıl sonra ilk kez başka bir şey diledim doğum günüm için. "Allah'ım lütfen, bu dört aptal oğlan çocuğunu yanımdan ayırma. Ne olur, biz sonsuz olalım..."
Günün devamında çiğköftenin üzerine mum diktiler, pastadan hoşlanmadığım için. Onu üfleyip, dilek diledim. Bu defa farklı bir dilek... Gökhan ve Sinan ağlamamla dalga geçti. Oğuz çiğköfteyi Sinan'ın gerdanından yemeyi teklif etti, sonra Sinan Oğuz'u dört kat aşağı kadar kovaladı.  Böyle onlarca salaklıkla yine bir klasiğe imza atarak doğum günümü geçirdik. Ben ise en sessiz günümdeydim. Duygusallaştım mı ne! Aksam onu kırk beş geçe eve geldim. Annemler de pasta almışlar, rutin evde doğum günü kutlama seremonisi... On ikiyi beş geçe elimde hediye poşetlerim odama girdim. Annem yine bana asla giymeyeceğim renkli bir elbise almış, babam muhtemelen asla okumayacağım bir kitap... Bizim çocuklar Beşiktaş forması ve halı sahada giymem için yeni bir çift krampon... Mutlulukla hediyelerimi bir kenara koyup yatağıma uzandım. Gözüm çalışma masamın yanındaki kutuya ilişti. O an birden sabahtan beri aklıma bile gelmeyen o elbise olayıyla ilgili bir şey fark ettim. Bana dün zorla elbiseyi deneten çocuk yarın kız arkadaşımın doğum günü demişti! İçimden sağlam bir 'siktir' daha deyip direk telefonumu elime aldım ve bizimkilerle olan whatsapp grubuna yazdım.
* 4n1k adlı whatsapp grubu
Yaprak: Kankalar bugün bana başka paket göndermediniz eve değil mi?
Gökhan: Ne paketi lan daha?
Yaprak: Yok, öylesine sordum. Tamam o zaman, bay.
Sinan: Sıkı durun piçler, yarın Gözde bize geliyor! Kardeşiniz skor hanesine bir sayı daha ekliyor. Siz saplığınıza yanın. Bay
Gökhan: Merve "Bir öküze aşık oldum diye tweet atmış. Allah kimseyi inşallah o öküz bendirim diyecek kadar aşık etmesin, bay.
Oğuz: Arkadaşlar, arkadaşlar... Karşı cins için kendinizi bu kadar  tüketmeye gerek yok. Gençlik bu demek değil...
Oğuz: Şaka lan şaka. Tam da bu demek. I love meme!
Ali: Lan Oğuz sen tuvalette değil misin!
Oğuz: Kanka sıçarken tweet okumak çok zevkli oluyor. Çıkıyorum birazdan. Program başladı mı?
Yaprak: Sanırım az önce Oğuz'u istemsizce o halde hayal edip vefat ettim arkadaşlar, bay.
Ali: Sinan... Gökhan... Lan biriniz bari geri gelin beni bununla yalnız bırakmayın...
Gökhan: Kankalar ben az önce Merve'nin tweetlerini okuyup depresyona girdim. Üç beş yıl çıkmayı düşünmüyorum. Beni rahatsız etmeyin bay.
Ali: Ben Oğuz! Telefonum tuvalete düştü laaaan!  *
Bizimkiler yine aynı salaklıkta olduklarına göre ters giden bir durum yoktu. E onlar da değilse, kim... Fena halde bastıran uykunun etkisiyle sikerim hediyeyi deyip yatağıma girdim. Uyku benim için her şeyden önemlidir. Çoğu kişi yastığa başını koyduğunda hayaller kurup, uyuyamazmış. Benim ise uykudan değerli bir hayalim yoktu. O yüzden her defasında üçüncü saniyede uykuya dalardım. Yine öyle oldu.
***
"Kaç kere diyeceğim lan size bahçede futbol oynamayacaksınız diye!" Yine bir pazartesi sendromu. Teneffüste maç yaparken alt kattaki sınıflardan birinin camını kırmıştık ve müdür beyin odasında beşimiz ip gibi dizilmek suretiyle günlük azarımızı işitiyorduk.
"Hocam bir şey sorabilir miyim?" Gökhan işaret parmağını ilkokullu bir çocuk gibi havaya kaldırdı.
"Soramazsın lan."
"Aaa, hayatını bilime adamış bir bilim insanı, müdürlükte master degree olmuş saygıdeğer hocamız, yılların eskiteme-"
"Kes sesini lan! Sordurmuyorum işte. Soramazsın." Gökhan sorduğu sorularla her defasında müdürü delirtirdi. O yüzden o anda kıpkırmızı olan suratıyla çocuk gibi omuz silkerek, inat ediyordu müdür.
"Hocam bu okulda teneffüslerde ders çalışmak yasak mı?"
"Ulan sana soramazsın demedim mi ben dingil!"
"Aşk olsun sayın ve saygıdeğer hocam. Lütfen soruma cevap verir misiniz?" Gökhan'ın numaradan müdüre böyle yavşakça davranıp sonunda O'nu delirmesi artık bir Gökhan klasiği olmuştu. Biz ise, gülmemek için kendimizi zor tutan suratlarımızla müdüre bakmamaya özen göstererek öylece dikiliyorduk.
"Beden dersi de bir ders değil mi? Neden futbol oynamak yasak olsun teneffüslerde? Hocam yoksa siz, ders faşizanlığı mı yapıyorsunuz? Ders ayrımcılığına girer bu!" O an emin oldum, bu Gökhan'ın beynini ters takmış olmalılardı. Elimi ağzıma kapattım güldüğümü çaktırmamak için. Müdür birkaç saniye kıpkırmızı suratla Gökhan'a baktı.
"Çıkın gidin lan. Çıkın gidin! Sinir hastası ettiniz beni şu üç yılda! Defolun!"
***
Üçüncü ders fizik dersiydi. Yine aynı sıkıcılıkta bir ders başlamıştı. Ben en arkada Ali'yle oturuyordum. Benim önümde Gökhan'la Sinan vardı. Onların önünde ise Oğuz... Hoca ders esnasında tahtaya bir soru yazdı ve sınıf listesini eline aldı. Parmağını rastgele bir yere koydu ve isme baktı. "135 Gökhan Karademir." İşte bu bizi güldürmeye yeter! Arkadan Gökhan'ı dürttüm. Gökhan arkasını dönüp sessizce "ben demedim mi size, bu herif bana yavşıyor" deyip sinirli sinirli tahtaya çıktı.
"Evet Gökhan bey, çözer misin bu örneği?" Elindeki tahta kalemini Gökhan'a uzattı. O an Gökhan'ın yüz ifadesinden içinden dağarcığındaki en afilli küfürleri söylediği apaçık belliydi. Kalemi alıp hiçbir şey demeden tahtada işlemler yapmaya başladı. Sikseler o soruyu çözemezdi Gökhan. Tuhaf tuhaf şeyler çıkarıp topluyordu. Hoca da dahil tüm sınıf Gökhan'ın hayretler içinde izliyorduk.
"Ve son olarak, yüz dört bölü dört eşittir otuz bir!"  Hepimiz ağızlarımız tam üç karış bir şekilde tahtaya bakıyorduk. Birkaç dakika hocayla bakıştılar. "Ne oldu hocam? Gidiş yolun doğru da işlem hatası mı yaptım? Sonuç doğru mu?" Hoca gözlerini kısarak Gökhan'a baktı.
"Çık dışarı." Gökhan ve kendi kendini gaza getirişleri... Giderken bize el sallamayı ihmal etmedi.
"Mal yemin ediyorum bu çocuk. Beyin yerine hoşaf taşıyor." Sinan arkasını dönüp söylemişti bunu.
"Sinan bey, sen gönüllüsün galiba."
"Hocam şimdi mi çıkayım, siz mi kovarsınız?" İşte benim mükemmel arkadaşlarım.
***
"Kankalar sıkıntı yok, ben artık dersten atılmaya alıştım. Hatta her gün bir kere atılmazsan duramıyorum. Canım istiyor." Son ders seçmeliydi. Yani hani şu kimsenin seçmediği ama birilerinin bizim adımıza seçtiği saçma bir ders... Dolayısıyla kimse dersi dinlemiyor, kendi halinde takılıyordu. Yan sınıftan bir kız teneffüste Al ile bir şey konuşmak istediğini söyleyip Ali'yi dışarı çıkarmıştı. O yüzden derse geç gelmişti Ali. Sırada yanıma oturunca ön sıradaki Oğuz da Sinanların sıraya geldi. Hepimiz 'ne konuştunuz' der gibi meraklı gözlerle Ali'ye baktık.
"Ne bakıyosunuz lan?"
"Ne konuştunuz? Anlatsana ibnetor! Fıstık gibi kız valla."
"Önemli bir şey değil. Seni seviyorum dedi."
"Ne?! Eee, sen ne dedin?"
"Allah başka dert vermesin dedim, ne diyeyim."
"Ulan ağır ılıksın ha! O kız kaçar mıydı be!" Sinan Ali'ye çemkirirken sınıf kapısı çalındı. Gelen nöbetçi öğrenciydi.
"Hocam, Yaprak Ayvaz'ı müdür bey çağırıyor." Benle ne yapacaktı ki müdür? Hiçbir halt anlamadan sınıftan çıktım. Sağ tarafa dönecekken nöbetçi kız beni uyardı. "Oradan değil, müdür bey burada. Beni takip et." O gün ruh halim 'ananı niyolay ye ye' diye şarkı yapıp halkın bunu 'ananı yiyolar ye ye' olarak anlaması üzerine halk tarafından linç edilen şarkıcı Volkan gibi olduğundan hiçbir şey demeden nöbetçiyi takip ettim. Kim attı lan bu ölü toprağını üzerime bugün! Kız, burası diye eski öğretmenler odasını gösterip hemen yandaki merdivenlerden aşağı indi.
''Ne işi var lan müdürün burda..." diyerek içeri girdim. Karanlıktı. İçimden bir ses Yaprak kızım, şimdi buradan siktir ol git diyordu ama, diğer yandan neler döndüğünü anlamak istiyordum. Işığı yaktım. "Kimse yok mu?" Eskiden öğretmenlerin oda olarak kullandığı küçük oda, tozdan görünmüyordu. Ortada eskiden kullanılan eski bir masa vardı. Masanın üzerinde ise bir kutu... "Hey! Kimse yok mu?" İki adım ileri bir adım geri mehteran ekibi gibi ilerliyordum masaya doğru. Masaya ulaştığımda meraklı yanıma engel olamayıp kutunun kapağını açtım. Siyah bir çift topuklu ayakkabı... "Hassiktir..." Üzerinde yine dün bana gelen paketin içindeki not kağıdından vardı. "Lan dalga mı geçiyorsunuz benle! Çıksın kim yapıyorsa bunu!" Odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanıyordum. Bir yandan odayı kontrol ediyor, diğer yandan da götümden alevler çıkarana kadar bağırıyordum. "Geçen günkü sırık oğlan, sen misin lan?!" Ne kadar bakınırsam bakınayım, ne kadar bağırırsam bağırayım bir sonuç alamadım. Sinirlerim iyice gerilmişti. Masaya tekrar gelip sinirle kağıdı açtım.
"Prenses, dün için özür dilerim. Karşına kendim çıkacak cesareti bulamadığımdan bu yönteme başvurdum. Bir gün cesaretimi toplayıp karşına çıkacağım ve o yedi kat derine gömdüğün kalbini kazanacağım.  O gün geldiğinde bana bu ayakkabılarla gel. Olur mu?"

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Dec 07, 2016 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

4N1K - BÖLÜM 2  Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin