8

329 38 2
                                    

yazdığım eski şeyleri okumadım, çoğunu hatirliyorum karakterime ihtiyacım vardı, yalnızlığımla savastirmak için
bu yüzden geri döndüm, hey merhaba!

Bembeyazdı duvarlar, yerde keskin bir yanık kağıt kokusu ve kırmızı bir renk. Düşündüm, biri ölmüştü burada... Kağıtlarla nefes alıp kelimeler yaratan biri kırmızı tarafından öldürülmüştü işte!
Ellerime baktım renkler beni de sarmıştı, en çok kırmızı vardı ellerimde.

Yazarı mı öldürmüştüm yoksa yalnızlığını mı?

Cesedi aradım onu ormana sürüklemek için, her şey ormana dönmelidir, içimden bir ses öyle diyordu. Yapbozun parçası da ormandaydı, cesetler de ormana götürülüp yakılırdı ya da gömülürdü. Yalnızlığı da toprağa gömmeliydim. Yutkundum, boğazım kurumuştu.

İçmek için su ve yakmak için de cesedi arıyordum ki kafamın arkasından önüne doğru pişmanlık renkli bir balık yüzdü bana çarpkmaktan son anda vazgeçmişti.

Daha sonra gördüm onları, beş taneydiler ve havada yüzüyorlardı!
Neredeyse benim kadar olan turuncu balıklar... Az önceki pişmanlık rengini kendim uydurmuştum.

Daha sonra nefes alamadığımı fark ettim, meğer ben de suyun içindeymişim! Orman yokmus kırmızı bir su varmış. Var mıymış?

Gerçek değil, dedim kendime insanlar suda yaşamaz balıklar ormanda yüzmez, bu kadar büyük bir yük sadece bir karakterin omuzlarına binmez.

Olmaz merak etme, nefes alacaksın...

Nefes kelimesini zihnimden geçirir geçirmez boğulmaya başladım, ceset de yok olmuştu balık da, ben zaten hiç var olmamıştım.

Karakter uyandı, henüz farkında değildi ama kendi kaosunu doğurmuştu, belki de hiç fark etmemeliydi kâbusu.

Ya da kurguyu, ya da yazarı. Bu ruh hâlinin adı henüz konmamıştı.

Gözlerini açar açmaz bir şeylerin ters gittiğini hissetti, aynı hissetmiyordu. Sanki içinde bulunduğu dünya ters düz edilmişti, aslında haklıydı ama işler tahmin ettiğinden de karışık hâldeydi.

Yazar, uzun zamandır kalemi almamıştı eline, tüm karakterler tozlanmış, evren paslanmış ve harfler savaş hâlindeydi.

Bu da bir rüzgâr uğultusuyla belli ediyordu kendini, hiçbir şey aynı değildi ama değişen de bir şey yoktu. En korkuncu da buydu ya!

En yakın arkadaşı onlar için kahvaltı hazırlıyordu, odanın ortasında bir soba vardı, sobanın üzerinde kızarmaya yüz tutmuş ekmekler, iyi bir baharat kokusuyla karışıp çocuğun yüzüne çarpmıştı.

Kızın adını düşünmeye çalıştı, unutmak değildi bu. Kızın adını bilmiyordu. Bembeyaz saçları beline kadar gelen kıza bakarken gözleri doldu.

Çünkü adını hatırlamıyordu, saçlarının önceki hâlini hatırlamasa da beyaz olmadığına emindi. Bir yabancı vardı karşısında, ıslık çalarak sobanın başında oturan bir yabancı.

Belki de ölüm böyle olmalıydı, yabancılık hâli. Dünyadaki tek müttefiğin tamamen yabancılaşması.

Korkarak fısıldadı. "Firuze?"

Doğru geliyordu bu isim, bir yerlerden tanıdıktı. En azından yazar öyle hatırlamasını istemişti, bir bildiği olmak zorundaydı.

Neyse ki kız isme dönmüştü, sese tepki vermişti.

"İkiz? Nasılsın, daha iyi misin?"

"Sanırım, hiçbir şey net değil."

"Eve geldik, uyudun. Kâbus görüyordun, ben de sabah seni neşelendirmek istedim. Hadi sil yüzündeki şu ifadeyi de bir şeyler yiyelim. Önümüzde büyük çok büyük bir gün var."

Yüzündeki ifadeyi düşündü, düşmanca bakıyor olmalıydı. Çünkü karşısındaki Firuze olmasına Firuze'ydi ama karakterin zihnindeki Firuze bu değildi dünden bugüne ne değişmiş olabilirdi ki? Aklına gelen ihtimalle küfretti, lanet olası yazar ne zamandır yazmıyordu da tüm detaylar değişmiş her şey birbirine karışmıştı?

Yalnızlığıyla karakterini savaştırıyordu ama karaktere hiç şans vermiyordu, yalnızlığı dünden galip ilan etmişti.

Birden yoğun bir arzu duydu, yazarın ya da yalnızlığının, herhangi birinin cesedini ormana sürüklemek istiyordu.

Kendine anlattığı şeyleri sonraki gün unutup bir daha anlatacağını fark etti. Her gün aynı şeyleri yaşayacaktı belki de. Aynı cümleler ve aynı ses. En azından emin olduğu şeylere tutunmalıydı.

Geç de olsa Firuze'ye cevap verdi. "İfade mi? Sildim bile, biraz sarılalım mı?"

Kızın yüzü aydınlanmıştı, gözleri zeminde takılı kalan karaktere güldü.

"Bu aralar yer çekimi falan mı arttı, kaldır şu gözlerini, neredeyse gök yüzünü unutacaksın."

Önceki günden belki seneler sonra gibi gelen bir sarılmayı paylaştılar. Çocuğun kolları hâlâ yabancı dostuna sarılıyken konuştu.

"Bugün neden büyük büyük gün?"

"Yatmadan önce konuştuk ya, bugün yapbozu arayacağız."

Ormanı düşündü çocuk, sobanın içinde yaktığı odunların çıtırtıları ona kâbusunu anımsatmışı, neyse ki bu anımsamalar birer saniye sürüyordu da akıl sağlığını koruyabiliyordu.

Her şey ormana dönmelidir.

"Biliyor musun gökkuşağı, nereden başlayacağımızı biliyorum."

Yalnızlığınla Nasıl Savaşıyorsun Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin