Emanet yoldaydı. Yolu açıkmıydı bilinmez. İşte bu bilinmezliğin gizemi kaplamıştı artık her yanımı. Tüm bu olanların mantıklı bir açıklaması olmalıydı. Zihnimdeki soruların ardı arkası kesilmiyordu. Cevaplarına ulaşamadığım her soru bir ömür törpüsüydü biliyorum. Her ne pahasına olursa olsun ulaşmalıydım sorularımın yanıtlarına. Böyle uzun ve kurgulu bir oyunun içindeydim öyle ya da böyle. İçinde olmak ne kelime, tam da odağındaydım hem de. Kabakçının kurduğu böylesi bir tezgahın anlamı ne olabilirdi. Koskoca Osman Efendi bu oyuna neden ve nasıl alet olabilirdi anlayamıyorum. Çocukluğum, gençliğim ve hepsinden önemlisi ailem... Tüm bunca kemirici sorularımın cevabı, elimdeki bu kağıtta beni bekleyen hayatın içindeydi. Ve ben bunun peşini bırakmayacaktım. Bundan sonraki senaryoda, olmam gereken yerde olmalı, etrafımda nelerin döndüğünü anlamalıydım. Bu tezgahı hazırlayan kimse, bu olanların cevabı da ondaydı.
Otobüsün sarsılmasıyla uyandım. Geceden uykusuzdum. Sabaha kadar beynimdeki gürültü susmamıştı. Yıpranmış bir ruh hali, yorgun bir beyin sızmıştı artık. Kendime geldiğimde, otobüsün içindeki telaşeden anladım ki yaklaşmıştık. Terminal gözüküyordu. Beni bekleyen her kimse, işte onu bulup gitmem gereken asıl kişiye ulaşmak ve hesaplarımı sormak istiyordum bir an önce.
"Yiğidim hoş geldin sefalar getirdin" dedi, orta yaşlı, orta boylu, hafif kilolu, yöresel kıyafetli, nur yüzlü bir amca.
"Hoş bulduk" dedim biraz çekimserce.
"Ben Rıfat Çavuş yiğidim. Dünyanın en güzel memleketine geldin. Hoş geldin. Şimdi de dünyada eşine hiç rastlayamayacağın bir yerine götüreceğim seni. Hem orada da eşini dünya gözüyle göremeyeceğin adamına götüreceğim seni. Hele alalım şu valizlerini bagajdan"
"Yok... Valizlerim yok. Bir bu var" dedim elimde, alelacele toplayıp, tıka basa sıkıştırıp ağzını kapattığım valizimi göstererek.
"En iyisini etmişsin. Ne gerek var çula, çaputa demi, seni bekleyen cennet dururken. Orada hiçbir şeye ihtiyacın yok yiğidim" dedi Rıfat Çavuş.
Anlaşılan o ki, gönderdiği adam da vurgundu Kabakçıya. Her cümlesinin arasına sıkıştırdı tüm yol boyunca. Söylediğine göre, gittiğimiz yerdeki tüm işler onun ve ailesinin elinden geçermiş. Yaşına rağmen çok dinç duruyordu. Askerlik anılarından, Kabakçıyla tanışana kadarki serüveninden bahsediyordu ballandıra ballandıra. Kulağım ondaydı tabi ancak gözlerim hep dışarıdaydı. Doğanın harika görüntüleri cezbetmişti beni. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun ardından ana yoldan saptık, çakıllı ve topraklı bir yolda ilerledik yirmi dakika kadar. Sonra derme çatma bir kulübenin olduğu güya araç park alanına yanaştırdık arabayı.
"Bir saate yakın sürer aşağıya inmemiz yiğidim. Aşağıda küçük bir şelale var. Orda soluklanırız. Çıkalım yola" dedi Rıfat Çavuş.
Yolun kenarında durdum. Böyle bir manzara görmemiştim hayatımda. Hatta resimlerde bile bu kartpostal tarzı bir ihtişama rastlamamıştım. Gerçekten Rıfat Çavuşun abarttığı kadar varmış.
"Daha bu ne ki yiğidim" dedi. Gözlerimdeki ışıltıdan anlamıştı sanırım hayranlığımı.
Büyülenmiştim... Karşımdaki dağların haşmeti, gökyüzünün bulutlarla olan ahengi... O aradan sızan güneş ışınları... İçine çekiyordu beni adeta... Sarp yamaçlar, aşağılardaki sıra sıra tam da hilal biçimindeki sahilin denizle buluşması... Göz alıcıydı.
"İnsan eli değmemiştir çok şükür. Yüzlerce yıldır aynı güzellikler yiğidim. Hiç bozulmamıştır buralar..."
Rıfat Çavuşun anlattıkları az bileymiş. Bu güzelliklere vurulmuştum... Dağların eteklerinin denizle buluşması, dev gövdeli ağaçların aralarındaki boşluklarda açan rengarenk çiçekler... Kırmızının, morun, sarının her tonu... Bu iki gözün görüp görebileceği muhteşem güzellikler...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KÖRDÜĞÜM
Духовные"Adanmışların ve seçilmişlerin buluştuğu kadim sahnenin şahidisiniz. Varoluş arayışında görebileceğiniz en aydınlık buluşmaya bir de... Gerçeğin peşinde gidenlerin yolunda... Uzun ve soluksuz bir koşuya yüreği yetenlere sunulmuş bir ödül... Sonsuz...