Herkese merhaba. Bilmiyorum Nisan Yağmurlarını okuyan birileri kaldı mı, ama en baştan düzenlenmiş haliyle yeniden buradayım. Eskilerden birileri hâlâ buralardaysa; umarım yeni hâli hoşuna gider. Yeni biri tıkladıysa; umarım keyifle okuyacağın bir hikaye olur.
İşaret parmağım ahşaptan yapılma; eski, küçük kitaplığın rafında, kitapların üzerinde usulca geziniyor. Bakışlarım hemen karşımdaki rutubetli duvara sabitli. Rutubet kokusuna öylesine alışmışım ki artık kokuyu hissetmiyorum bile.
Kitaplığa bir an olsun bakmıyorum ama parmağımın hangisinde duracağını çok iyi biliyorum. Altı kitabı es geçiyorum. Franz Kafka'nın kitabında takılıyorum. En son saydığımda on dördüncü kez bu kitabı yerinden çıkarıyordum. Fakat üzerinden dört ay kadar bir zaman geçmiş ve bu süre zarfında bu kitabı kaçıncı kez yerinden çıkardığımı saymayı bırakmıştım.
İşaret parmağım ve orta parmağımla kitabın üstünden tutup usulca diğer kitapların arasından sıyırıyorum. İnce kitap avucumda yerini buluyor. İncecik bir derinin elimi sardığı uzun ve cılız parmaklarım güçsüz bir şekilde kitabı kavrıyor. Kitabı tuttuğum elimi yanıma indiriyorum. Bir rüzgâr esse, kapı gıcırdasa, bir adım sesi duysam elimden düşecek kadar emanet tutuyorum. Ancak ne rüzgâr esiyor ne kapı gıcırdıyor ne de bir adım sesi bu köhne evde kulaklarıma ilişiyor.
Topuklarımın üzerinde rutubetli duvara arkamı dönüyorum. Yıllarımın kazındığı duvara yeni bir anımı daha bırakıyor ve loş ışıkla aydınlanan eski, küçük salonumda ayaklarımın altında kabarmış parkelerin çıkardığı sesler eşliğinde pencerenin yanına ilerliyorum.
Dışarıda kar taneleri usul usul süzülüyor. Sobada tutuşan odunların sesleri kulaklarımı dolduruyor. Dışarıda da içeride de ılık bir hava var; eğer rüzgâr olsaydı eski pencerelerimin pervazından sızabildiğince eskimiş perdelerimi havalandırırdı.
Sırt kısmında önceki sahibinin kedisinin yaptığı ufak tefek çiziklerden oluşan ancak rahatsız etmeyecek minik aşınmaların bulunduğu; kahverenginin, kirden değil kullanılmaktan koyulaşmış tonundaki bilmem kaçıncı sahibi olduğum koltuğumun üzerine usulca kuruluyorum. Ayağımdaki ev terliklerini çıkarıyorum, eski alışkanlıklar yıllara mal oluyor ama vazgeçilmiyor. Dizlerimi kırarak kendime doğru çekiyor ve koltuğun üzerinde dört büklüm bir hâle geliyorum. Rahatsız değilim, aksine tek bir şeye odaklanacak kadar huzurluyum. Yahut da zihnim artık birçok şeyi aynı anda kaldıramayacak kadar yaşlı.Diz kapaklarıma raftan aldığım kitabı yaslıyorum. Parmaklarım kapağın üzerinde usulca dolaşıyor. Burada; yıllarımın, birçok yaşımın parmak izi var. Ben, bana şahit bırakıyorum.
Kullanılmaktan eskimiş kapağı açmadan, parmaklarım kitabın tamamen kapanmayan o sayfasını çabucak kavrıyor ve açıyor. Bu öyle bir sayfaydı ki; saniyeler, dakikalar, saatler, üzerinde yazan birkaç kelimeye bakarak geçirilmişti. Bu öyle bir sayfaydı ki; her bir satırında günler resmedilmiş, geçmiş yâd edilmişti. Bu öyle bir sayfaydı ki; boğazımı düğümlemiş, yüzümün her bir ayrıntısını hapsetmiş, hislerimi kelimelerin arasına defnetmişti. Ve bu öyle bir sayfaydı ki; gelecekten geçmişe seslenmiş bir kalemin sapladığı ancak binlerce insanın gömüldüğü yahut da sadece benim bedenimin bulunduğu ıssız bir mezarlığa ev sahipliği ediyordu.
Gözlerimi, zihnimde dönen noktasına kadar ezberlediğim artık yabancı bir el tarafından altı çizilmiş kelimelere bilmem kaçıncı kez bir daha çevirdim.
"Durum şöyledir," diyordu Kafka. Ve sesim sobanın içerisinde tutuşan odunların seslerine karışıyordu. "Beyin, yüklendiği endişeleri ve acıları artık taşıyamaz hale gelir. Der ki: "Pes ediyorum, fakat eğer bu bedeni düşünen biri varsa, gelsin de yardım etsin bu yükü taşımama, biraz iyileşebilir belki."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
NİSAN YAĞMURLARI
Teen Fiction"Derler ki," dedim. "Nisan yağmurları yılanın ağzına düşerse zehir..." Sözümü kesti. "Midyenin içine düşerse inci olurmuş." Dakikalardır ilk defa konuşmuştu. Gözlerimi balkonun loş ışığından görünen yüzüne çevirdim. Bakışlarını karşıya dikmişti, de...