Kol ve Niklaus Mikaelson, Mikaelson şatosunda klausvari bir masada (büyük, eski ve işlemeli antika masif bir masa), Elijahmtırak giysiler içinde, kahvaltı (normal insan kahvaltısı ama her an karaftaki sıcak kanla soslanmaya hazır) yapıyorlar, büyük bir ciddiyetle gazetelerini okuyorlar, ama Kol bakış açısıyla yorumlar yapıyorlardı. Sanki hiç dün gece yaşanmamış, Klaus Kol’la ilgili şeytani düşüncelere hiç dalmamış, Kol da hiç ağabeyinden ufak çapta bir intikam almak istememiş gibi umarsızca havadan sudan konuşuyorlardı. Haa, bir de yukarıdaki odada hala uyuyan sarışın genç bir kız vardı ki, ikisi de onun varlığını unutmuş gibilerdi. Ama ne kadar tartışmaktan kaçınsalar da konu bir şekilde dönüp dolaşıp dün akşamki mevzuya gelmiş, Kol bütün sevimliliği ile sevgili ağabeyine ufak intikam planını anlatmış, “ama Klaus bunu hakketmiş olsa bile, Kol bu kadar düşüncesiz davranmamalıydı” ibaresi de onay almıştı. Laf meraklı bir şekilde zalim kurdun neden kızı öldürmediğine gelmiş ve bu soru işareti kestirilerek atılmış ve cevap bulunamamıştı. Munzur bakışlar masada fazlaca yer kaplasa da çatılan kaşlar bu ışıltıları yaramaz gözlerden silmişti. Sözler geceyle ilgili çoğu ayrıntının üstünden geçtikten ve gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra, bu güzel saadet havasının bozulduğu noktaya gelmişlerdi:
-Kızın kaçtığını nasıl anladın?
Ufak bir sessizlik sonrası gelen gizlenmeye çalışan çarpık gülümsemeyle:
-Dün gece hava çok soğuktu ve ben misafirimizin üşümediğinden emin olmak istedim. Şayet ki kızın soğuktan morarmış kırmızı dudaklarını görsem kalbim bu tabloyu izlemeye daha fazla dayanamayacaktı ve…
-Rrr
Gelen hırıltıyla Kol çenesini kapattı. Tam başını tabağına doğru eğmişti ki, bir anda kafasını havaya kaldırarak merdivenden inen doğaüstü yaratığı izlemeye koyuldu. Karanlıkta sadece vücut hatlarını görebildiği genç kız şimdi karşısında “Beni dün gece bu şekilde görebilseydin keşke, böylece ağabeyinle aranda hiç sorun çıkmazdı, zira sorun çıkaramayacak kadar meşgul olurdun.” diye tatlı tatlı fısıldıyordu.
Kol’un ağzının suyu akmaya başlamıştı ki kız Andéas’nın oturması için çektiği sandalyeye (iki Mikaelson’ın ortası ya da masanın başı diyebiliriz) otururken tek salyaları akanın kendisi olmadığını fark etti. Söze girdi:
-Bu vişne çürüğü elbiseyi sabah senin için getirttim, üstüne olduğunu ve sana yakıştığını görmek çok güzel hayatım.
Caroline üstündeki elbiseye tekrar baktı. Elbisenin kolları omuzlarının altından bir tülle gerdanında V çizerek göğsünün hemen altında sonlanıyordu. Bu da göğüslerinin yuvarlak hatlarının büyük bir bölümünü ve biçimli ince omuzlarını tabi bembeyaz gerdanıyla beraber gözler önüne seriyordu. Korsesi zaten ince olan belini daha da ince ve zarif durmasını sağlıyor ve gövdesinin hepsini sararak onun dik ve mağrur havasını tamamlıyor, fakat bu durum aynı zamanda, zaten şu duruma çok müsait olan, açık elbise yakasından göğüslerinin fırladı fırlayacak gibi gözükmesine sebep oluyordu. Her ne kadar Caroline saçlarını açık bırakıp göğüslerinin üstünü örtmeyi denese de bu ona daha transparan ve erotik bir hava katmıştı. Bunun dışında uzun eldivenleri dirseğinin hemen üstünde bitiyor fakat bu da tülün azizliğine uğramış biçimdeydi; şeffaf. Kabarık kalın pileli eteğinin başladığı yerde de bu görüntüye eşlik eden tül kemer sırtında poposunun yuvarlak kıvrımı başlamadan kurdele düğüm yapılmıştı ve kurdelenin iki ucu elbisesi gibi yerlere kadar uzanıyordu.
Caroline ölümden yeni dönmüş bir insan olarak en masum halini takınacağına, her an öldürülebileceği olasılığı ona deli bir cesaret vermiş, en pervasız haline bürünmüştü. Zaten hala neden hayatta olduğunu bile bilmiyordu. Bu yüzden elbisesiyle aynı renk dudaklarını (gölün soğuğundan sonra dudakları eski rengine hala dönememişti) açtı:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırmızının Her Tonu (Yarım kalmıştır.)
Fiksi PenggemarEski zamanlarda geçen maviliklerde kaybolan bir klaroline masalı...