Üç sene boyunca kendimi derse vermiştim. Feride’yi gördüğüm yerde kaçıyordum. Kumrucu ya da kafeteryada bile olsak.
Sonra son senemizde bir gün – galiba o da ayın 27’sine tekabül ediyordu- kafeteryada seninle oturuyorduk. Enis yanımıza gelip sana demişti ki:
“ Mithat, hâlâ Refik’e kafa tutuyor mu?”
“ Yok, düzelmiş ama ben pek konuşmuyorum onunla.”
Sonra bana selam verdi. Oturup çay içtik. Bense içimden “Vay be Osman! Mithat’la küsüşmenize sebep olan olayı ben bilmiyorum, Enis biliyor.” diye seni azarlıyordum. Sonra sana kızgın olduğumu belli eden bir bakış atıp kaçtım oradan. Sen kızgın olduğumu anlamamıştın Osman. Anlasaydın düğün günümde o tokadı yemezdin.
Oradan kaçıp dördüncü kattaki pencereye çıkmıştım. Hava güneşliydi. Herkes havanın çok güzel olduğunu düşünürken ben rüzgârın olmamasından şikâyetçiydim.
Ben koridorun penceresinden dışarı bakmak gibi bir tuhaflık yaparken, Feride beni görmüştü. Yanıma gelip:
-Güvercinlere mi bakıyorsun, dedi.
- Bir tane güvercine bakıyorum. Önce eşi, sonra da en yakın arkadaşı terk ettiler zavallı güvercini.
- Ama belki daha iyisi gelecektir. Güvercin üzülüp ağlamamalı bu duruma
- Güvercinler ağlayamaz zaten Feride, ağladıkları anda ölürler. Benim sana hislerim de bir güvercinin gözyaşı gibiydi. Sen onu kendi ellerinle döktün, deyip gitmiştim.