1.BÖLÜM

37 10 18
                                    

-12.09.2018-
Leopar desenli perdemden içeri sızan güneş ışınlarına baktım. Halâ öğretememiştim onlara sabahın bu saatinde odama girmemeyi. Hızlıca üzerimdeki lacivert saten pijamadan kurtulup duşa girdim. Evet, kesinlikle bir duş bana çok iyi gelecekti.

" Mina, birtanem! Hadi gel kahvaltı yapıyoruz."
Şu iğrenç ses bile ismimden nefret etmeme sebep olabilirdi. Cidden.

" Ne oldu? Üvey de olsa anne olduğun mu aklına geldi? Birtanemler falan. Yemiyorum ben. Hem davranışların çok zorlama duruyor bilesin. " Deyip, duşa kabinin içine girdim.

Ardından acele ederek duştan çıktım. Bugün şirkete uğrayacağım aklıma gelmişti çünkü. Altıma bir kumaş pantolon, üstüme çizgili büstiyer ve ceket giydim.

Boynumda annemden geriye kalan tek şey olan kolyem vardı ama babam olacak o adam anneme dair hiçbir şey hatırlamak istemediği için kalın kemer tarzı bir boyunluk geçirdim kolyemin üstüne. Islak ve nemli saçlarıma hızla bir fön çekmeye başladım.

Sırf saçlarım yüzünden çoğu insan tuhaf bakışlarını -atıyordu. Bende her zamanki gibi "Acıma,umursama,mutlu ol." kuralını uyguluyordum. Çünkü böyle doğmak benim suçum değildi. Anneannem bana hep "Senin saçlarına gökyüzü ağlar kuzum" derdi. Yağmur üzüntüsünü,güneş neşesini, bulutlar melankolisini, gök kuşağı karmaşıklığını bırakırdı üzerime hep.

Belki de bu yüzdendi bu halim. Bir ikizler burcu değildim ama bende bir dakika içinde hem hıçkıra hıçkıra ağlarken hemde güneş kadar sıcak kahkahamı sunabiliyordum. İçimde milyonlarca insan, milyonlarca fikir, milyonlarca tilki vardı.

Bir sürü karakterim de vardı. En önemlisi de bunlar benim elimden gelen birşey değildi. Sanki böyle içime aşırı nir güç yüklenmişti. Aşırı olduğundan kullanamıyor, kendimi kasıyordum. Böyle içimdeki gücü atmaya kalksam dayanamam, içimde tutsam kaldıramam. Ben elimde fön makinesi tüm bunları düşünürken babam seslendi.

"Beş dakikan var Mina!"

"Çok değerli ve muhterem(!) babacığım. Ben kendi arabamla geleceğim. Beni bekleme! Git!"

Babam önce bıyık altından güldü. Sonra da "İyi! Ne hâlin varsa gör!" Deyip, gitti.

Cidden kendisine baba demeye bin şahit lazımdı. O kadar olaydan sonra halâ bana karşı nasıl bu kadar nefret besliyordu anlayabilmiş değildim. Olanları tekrar hatırlamamak için zor da olsa düşüncelerimden sıyrılıp, çantamı alarak merdivenin yolunu tuttum.

Her gün gördüğüm itici görüntü yine karşımdaydı. Bir kadın ve bir adam. Adam, kapının ağzında paltosunu giyiyor, kadın ise adamın yanağına bir buse kondurup hayırlı işler diliyor. Ve onları izleyen bir kız. Merdivenlerden karşısındaki görüntüye bakmamaya çalışarak, gözleri dolu dolu iniyor.

O adam babamdı evet ama o kadın annem değildi. Beni en üzeni de bu değil miydi zaten? İkisi de bu kadar masum görünmeyi nasıl başarabiliyorlardı ki! Hayattan bile acımasız iki insanken nasıl böyle mutlu bir aile tablosu oluşturabiliyorlardı! Bu resimdeki tek parazit bendim galiba.

Hızlı ve büyük adımlarla merdivenlerden inerek evin kasvetli havasından kurtulma amaçlı kendimi dışarı fırlattım. Ya da duvarlar üstüme üstüme geldiğini sandığım içindi, bilmiyorum.

Garaja doğru ilerlemeye başladım. Birden telefonum çaldı. Üst düzey çatlak arkadaşım Bürge arıyordu. İlk çalışında cevapladım çünkü o telefon ben açamadan kapansaydı eğer Bürge'nin beni öldürme ihtimali, Bürge'nin kız olma ihtimalinden daha yüksekti.

Renklerin İntiharıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin