1.Bölüm / Cuma

4 1 0
                                    

AUDREY'DEN

Washington'un Seattle şehri yine akşam üzeri kalabalığını hakim kılmış, insanların diyalog bulutlarını üzerinde toplamıştı. Sokaklar kalabalık, yoğun ve dar olmaya başlamış; iğne atsan yere düşmeyecek hale gelmişti. Kafedeki işlerimden bıkıp usanmıştım ve kardeşlerimin neler yaptığını merak ediyordum. Telefonumu elime aldım ve kilit ekranını yana kaydırdım. Arama Kaydı'na girip son aramaya tıkladım ve onca ses içinde kardeşimi duyabilmek ümidiyle kulağımı bir elimle tıkadım. Diğer elimdeki telefonu kulağıma götürdüm. Uzun bir çalış ardından telesekreterin sesini duyunca hışımla telefonu kapatıp tezgaha fırlattım. Dirseklerimi dayayıp avuçlarımı çeneme yasladım. Etrafıma bi' göz gezdirdim. Sokak boyunca diğer kafe ve restorantlara göre daha sakin ve müşterisi en az olan dükkan benimkiydi. Kardeşlerime bakmak için kurduğum bu ekmek teknesi ortağım ile paraları kırıştığımız için evdeki gelirlerin sadece yüzde yirmilik bir bölümünü karşılıyor ve bizi zor duruma sokuyordu. Bunun nedeni müşteri kıtlığı mıdır evdeki fuzuli ihtiyaçlar mıdır, Tanrı bilirdi.
Yaklaşık 5 dakikanın ardından ortağım Jacob bodrum kattan elinde açılmamış kahve kolisi ile çıktı. Tam ona yardım etmeye gidecek iken kafeye müşteri girdi ve bende mahcup bakışlarla Jacob'a özrümü ima ederek müşterinin yanına gittim.
"Buyrun bayım, hoşgeldiniz."
Müşteri beni duymamış olacak ki kafasını telefondan kaldırmadı. Bir kaç saniyenin ardından beni duymasını ümit ederek öksürdüğümde korkarak başını yukarı kaldırdı.
"Hoşgeldiniz, ne içersiniz?"
"Kahve, sadece kahve.."
Memnuniyetle başımı sallayıp artık görmektem bıkıp usandığım, aşınmış siyah tezgaha yöneldim. Çabucak kahveyi fincana koyup müşteriye götürdüm.
"Başka bir arzunuz?"
Telefonundan başını yine kaldırmamıştı.
"Başka bir arzunuz?"
"Ha? Hmm. Yok, sağolun."
Geri döndüm ve Jacob'un yanına gittim.
"Yardıma gerek var mı canım?"
Kafasını kaldırdı ve bodrumun kapısından bulaştığını zannettiğim pas lekesi olan koluna, terli alnını sürdü. Yorgundu.
"A hayır. Gerek yok. Bitti sayılır zaten"
Jacob işlerini her zaman yapan, dakik ve çalışkan birisiydi. Çalışkan kavramını Jacob ile tanımlayabilirdim. Kafeye her zaman erken gelir, müşteriler gelmeden önce masaları düzenler ve etrafı süpürürdü. Gece ise evine gider evdeki işlerini tamamlardı. Onun tersine ben kardeşlerime ve yaşlı büyükanneme bakmakla yükümlü olduğum için kardeşlerimi her sabah yedirir, okula gönderir; büyükannemi ise yatağından kaldırıp tekerlekli sandalyesine koyar ve Seattle kentine bakması için cam kenarına getirirdim. Bundan bir müdeet sonra bende sıkılmıştım tabii ki.
Kahvesini bitirdiğini gördüğüm müşterinin yanına gittim tam kalkacakken
"4$ efendim."
Adam sinirli ve dikkatsiz olacak kı cüzdanındaki yüklü bir miktar kağıt parayı masaya koydu. Şaşkınlığımı yenip arkasından bağırmama zaman yetmeden gitti. Belki yine gelir ümidiyle parayı aldım ve cebime koydum. Etrafı düzenledikten sonra Jacob'a bağırdım.
"Saat kaç Jacob?"
Saatine baktı.
"Onbire geliyor."
Gözlerim yuvalarından fırlayacak iken kapıdaki AÇIK yazısını çevirmediğimi unuttum. Salaklığımdan her şeyi unutmuş bir tavırla avucumu alnıma vurarak kapıya yöneldim. Tam kapıyı kapatıp yazıyı çevirecekken bir müşteri geldi. Kapının ardından adama seslendim.
"Üzgünüm bayım,kapalıyız!"
Adam hiç istifini bozmadan ve bir şeyler mırıldanarak geri döndü. Umursamadan sırtımı döndüm. Jacob işini bitirmişti.
"Kapatalım mı?"
"Olur."
"Seni eve bırakmamı ister misin Audrey?"
"Gerek yok. Taksi tutacak param var."
"Pekii."
Dükkanı kapattıktan sonra Jacob doblosuna binip rahat bir yolculuğa çıkarken ben, sırf ona yük olmayayım diye taksiyle -ki eve gidecek kadar param olduğuna emin değildim- gidecektim.
Otobüsle gitseydim kafeyle evim arasında yaklaşık bir saat sürerdi. Fakat taksiyle gittiğim için on beş dakika sürdü ve bayaa maaliyetli oldu. O yıkık dökük eve gitmeyi her ne kadar istemesem de orası benim evimdi ve ailemden kalan kardeşlerim ve büyükannemden sonra tek emanetti.
Evimiz 3 katlıydı. Bir de bodrum katı vardı. Dış yapısı baya rezil durumdaydı. Merdivenler çıkıp inerken gıcırdıyıyor, yağmur yağınca çatıda biriken su tavandan damlıyordu. Daha anlatılcak çok rezaleti vardı fakat anlatarak boşuna kafama takmak istemem çünkü kazancım sadece bize yetiyordu. Hatta yetmiyordu.
Çakıl taşlı bahçemizin kapısını açarken bahçemizdeki ulu ağacın ne kadar eğildiğini gördüm. O ağaç benimle aynı yaştaydı. Ben doğduğumda annem eve uğurlu geleceğimi düşünmüş ve bunun adına bir ağaç dikmiş babamla beraber. Sanırım ağaçla o kadar birbirimizi tamamlıyoruz ki o eğilip büküldükçe bende aynısını yapıyorum. Günden güne çöküyorum. Evi yönetmek, dik durmak o kadar zor geliyor ki gün geçtikçe...
Anahtarı Seattle şehri nüfusuna benzeyen çantamın içinden çıkarmaya çalıştım. Kapıyı açtım ve ailenin vermiş olduğu huzur ile tavanda oluşmuş rutubet kokusunu içime çektim.
"Kızlar, ben geldim!"
Ses gelmedi.
"Uyudunuz mu?"
Muhtemelen uyumuşlardı. Ses gelmiyordu. Çantamı ve ceketimi askılığa asarak merdivenlere yöneldim. O iğrenç merdivenin çıkardığı gıcırdama kulaklarımın paslanmasına sebep olmuşken aniden evdekileri uyandırabilmemin verdiği korkuyla geri çekildim. Anlaşılan bugün kanepede uyuyacaktım. Üstelik bu kıyafetlerle...

Amy'den

Büyükannemin ağzına gevelemeye çalışıp başaramadığı bir kaç kelimeyi kendime telaffuz etmeye çalışıp edemezken yatağının yanına eğilip tepsinin üzerindeki ekmeği küçük küçük kopararak çorbanın içerisine koymaya başladım. Portakal suyundan bir yudum içirdikten sonra çorbasından bir kaşık alıp üfleyerek ağzına götürdüm. Çorba acı gelmişti ki bir kaç saniye sonra küçük bir inilti çıkarttı ağzından. Acı iyidir, yemeli.
Çorbasının tamamını bitirdikten sonra acısını alsın diye portakal suyunu bolca içirip ağzını sildim. Yanağını öptüm ve karşısındaki mini televizyonu açtım. Sesini sadece onun duyacağı seviyeye alarak odadan çıktım.
Angel ödevlerini bitirmiş olacaktı ki yanı başımda dikildi.
"Abla, ödevlerimi bitirdim, büyükannemi öpebilir miyim?"
Angel büyükanneme çok değer verirdi. Ona bir şey olcağı korkusundan ağlardı; birden inilti çıkarınca korkar ve giderdi yanına, elini öperdi. Ona kötü şeyler yaptığımızı düşünür, bizimle küserdi.
"Tabii ki tatlım!"
İzin vermem ile birlikte kapıyı tıkladı ve içeri girdi. Büyükannem gözlerini Angel'e çevirdi ve gülümsemeye çalıştı. Ama yapamadı.
"Büyükanne, nasılsın?"
Angel, cevabını alamayacağı soruları sorarken elini öpüyordu ha bire.
"Angel, hadi gel canım. Büyükanneni yalnız bırak."
"Peki."
Yanından gitmeyi hiç istemiyordu. Yine de üzüntüyle;
"İyi geceler büyükanne." dedi.
Odadan çıktıktan sonra Angel'e dişlerini fırçalamasını ve ona onu odada beklediğimi söyledim. Düzü bir banyoya gitti ve dişlerini fırçaladı. Koşarak odaya geldi ve ablamın ne zaman geleceğini sordu.
"Canım, ablanın işleri çok yoğun. Kafeye tonlarca misafir geliyor."
Tonlarca mı? Kimi kandırıyorsun? Üç kişiye tonlarca mı diyorsun? Şakacı seni!
İç sesimi susturup Angel'i öptüm. Ve odadan usulca çıktım.
Angel'i de yatırmayı başardıktan sonra büyük bir zafer kazanmışcasına kendimi salona attım. Televizyondan Alacakaranlık serisini yaklaşık onbeşinci izleyişimden sonra uykumun geldiğini anlamamı sağlayacak şekilde göz kapaklarım düştüğünde televizyonu kapattım ve merdivenleri ses çıkarmayacak şekilde -imkansızı başararak- çıktım.
Odama geldiğimde Angel'i öptüm. Angel bizim gibi sarışın fakat gözleri Audrey ve benim gibi değildi. Bizimkiler mavi ama onun gözleri yeşildi. O çok iyi bir kızdı. O her zaman en iyisini hak ederdi. Angel, küçük olmasına rağmen doğru ve mantıklı düşünür, yaptığı yorumlar işimize yarardı. Kent sınırında bir devlet okulunda eğitim görüyordu. Akranlarına göre üstün zekası herkesi etkiliyordu fakat maddi durumumuz bunun ilerisine gidemiyordu. Onun için çok üzülüyordum. Çünkü dediğim gibi o, her zaman en iyisini hak ediyordu.
Ablam gelmediğinden dolayı uyumayıp onu beklemeyi düşündüm fakat yarın okul vardı ve uyumalıydım. Ablam elbet gelecekti ve korkmama gerek yoktu. Sanırım.

ÜÇ MELEKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin