Bölüm 1

16 1 0
                                    

Tabelada Kayıp köpek yavruları: Her biri on lira yazılı. Grafiti'ler ve harç sayesinde ayakta duran tuğla duvarın dibinde. Şimdi evime, karakoldayken olduğumdan iki yüz metre daha yakınım. Aynı duvarın gölgesinde bir de eski püskü sarı gömlekli, mavi şortlu, mısır gevreği kutusundan kendine şapka yapmış bir adam var. Şapka kafasına tam oturmamış, ama adamın umurunda değil. Belli ki uzun zamandır tıraş olmamış ve bir o kadar zamandır da doğru dürüst yemek yememiş. Yanından geçtiğimde gülümseyip para dileniyor. Konuştuğunda ağzının tek tarafı kıpırdıyor, ortaya çıkan dişler sivri ve gri. Tek param bugün bankamatikten çektiğim 30 Tl. 20 liramı ona veriyorum ve parasını biraya değil de yemeğe harcayacağını umuyorum. Ağzı kulaklarına varıyor. Gözlerinin kenarlarında yeni çizgiler oluşuyor. Son zamanlarının benimkinden de kötü geçtiğini anlıyorum.
"Bu paraya iki yavru köpek alabilirsin," diyor, belli ki matematiği sağlam. "İstediğini seç."
Yavru köpek falan istemiyorum, ama yine de bakıyorum, önce sola, sonra sağa. Hiç yavru köpek göremiyorum.
Parayı cebe indirirken, "Kayıplar," diye hatırlatıyor bana.

Şehrin kalbine doğru yürüyüp ofislerin yer aldığı cam kaplı binaların ve büyük vitrinli mağazaların, bankaların ve araya sıkışan kafelerin önünden geçiyorum. Bu bölgeye bir de cami sığdırmışlar. Şehirdeki binaların çoğu en az yüz yıllık, hatta bazıları çok daha yaşlı. Eski Osmanlı mimarisi keyfiniz yerindeyse size muhteşem görünür, ama hava kırk dereceye yaklaşırken insan sadece sinirli olabiliyor. Binaların duvarları egzoz dumanlarının oluşturduğu lekelerle dolu. Yılların sisi içlerine işlemiş. Ama Bursa'nın güzelliği binalarında değil, bahçelerindedir. Bursa'ya boşuna yeşil dememişler. Neredeyse her sokakta ağaçlar vardır, ormanlar da sadece birkaç metre ileride başlar. Şehrin eski görüntüsünü renklendiren, tek tük karşınıza çıkan modern oteller veya iş kuleleri değil, bu tür bahçelerdir. Esnaf dükkanlarının vitrinlerinde hala aylar öncesinden kalmış süs bitkiler duruyor. Saat neredeyse on olmuş. Sokaklar gözüme hiç bu kadar boş gelmemişti veya ben öyle hatırlıyorum. Sanki bir an bodrum katına inmişim ve tam o sırada hidrojen bombası atılmış gibi, hiçbir yaşam belirtisi yok. Ama elbette asıl sorun o değil, insanlar sıcak yüzünden evlerinde kalmayı tercih ediyor. Dışarı çıkacak kadar şanssız olanlar ise enerjilerini korumak için yavaş yavaş yürüyorlar fakat gömlekleri ve pantolonları yine terden sırılsıklam oluyor. Bursa'da akan su Türkiye'nin en temiz sularından biri olsa da herkesin ellerinde süper marketlerden alınan su şişeleri var. Trafik lambasının yanına park edilmiş spor arabanın yanından geçiyorum. Onun yüzünden diğer arabalar diğer şeride sıkışmak zorunda kaldı. Araç pislik içinde, biri arka camına beni yıka yazmış. Yeraltındaki metro hattında yürüyüp havalandırmanın tadını çıkarıyorum. İçerisi sigara kokuyor. Hareket saatlerini gösteren elektronik panele biri tuğla veya tuğla büyüklüğünde bir şey fırlatmış. Diğer on kişiyle birlikte metroyu bekliyorum ve birkaç iyi vatandaş yolunu kaybeden turistlere yardımcı oluyor. Yirmi yıldır ilk kez doğup büyüdüğüm şehirde metroya bineceğim. Kolonlardan birinin arkasında sigara içen gençler var. Hafta sonu ne kadar içtiklerinden ve hafta boyunca ne kadar içeceklerinden bahsediyorlar. Sarhoşken yaşadıkları maceralar onlar için şeref madalyaları sanki. Konuşmanın öznesi, yüklemi, nesnesi olarak sürekli siktiğimin kelimesini kullanıyorlar ve sohbetin yarısı bu kelimelerle geçiyor.

Metro havasız ve boğucu. Siyah kapüşonlu kazaklar giymiş dazlak kafalı gençlerin yanından geçiyoruz. İçerde'den çıkmışlar sanki. Özenti gençlik. Şehri seyrediyorum ve büyük bir değişim görmüyorum. Belediye çok sıkı çalışıyor. Kaldırım taşları Osmanlı zamanından beri değişmemiş. Tarihe dokunmuyorlar, fakat yollar dökülüyor. Bir iki yeni bina, ama çoğunlukla eskiden nasılsa aynı; bu şehirde yaşayan ve ezik görünmeyen insanlar, diğerini ezmekte ustalaşmış olanlar.

Metro iki üç dakikada bir duruyor, yolcu sayısını azaltıp arttırıyor. Banliyölere vardığımızda şoför dışında üç kişi daha kalıyor. Biri tesbih çeken yaşlı bir adam, diğeriyse Harry Potter taklitçisi. Kendimi kötü bir fıkraya hapsolmuş gibi hissediyorum. Otobüsün evime varması otuz dakika sürüyor, oradan itibaren beş dakikalık yolum var, ama bu sıcakta sekiz on dakikayı bulur.

Normalde yılın bu zamanlarında sokakta boş boş sigara içen, atm kuyruğunda sıra bekleyen, bir yerlerde telefonla tartışan biriyle karşılaşmadan 10 metre bile yürüyemezsiniz, ama havalar yüzünden insanlar bu aktiviteleri akşamüstüne erteliyorlar. Evime kadar kimseyle karşılaşmadan yürüyorum. Mahallem nasıl bıraktıysam öyle. Yüzde doksan beş eskisi gibi ve kalan yüzde beşlik kısmı da yeni evlere dönüştürülen eski binalar. Güneş o kadar yakıcı ki, evimi gördüğümde cebimde kalan birkaç lira çoktan eriyip gidiyor.
Evimi gördüğüme daha önce hiç bu kadar sevinmemiştim. Bir parçam onu göremeyeceğime emindi, çünkü bu sıcakta yere düşüp öleceğimi düşünüyordu. Siyah çatılı, üç yatak odalı bir ev benimki. Bahçem onu bıraktığımdan daha iyi durumda. Belli ki annemler evle ilgilenmiş. Kapının yanına sakladıkları anahtarı buluyorum. Oyalanmadan içeri giriyorum ve adımımı atar atmaz kendimi evimde hissediyorum. Hafif bir yalnızlık hissi de var. Buz dolabım taze yiyeceklerle dolu. Kedime sesleniyorum. Gelmiyor, ama yerdeki mama tabağına bakılırsa annemler daha bu sabah onu beslemiş. Alerjim tutmadan çiçekleri dışarı çıkartıyorum. Uzun bir duş alıyorum. Ancak ne kadar ovalarsam ovalayayım ter kokusu üzerimden bir türlü çıkmıyor.

Dışarı çıktığımda aynada kendimi inceliyorum. Kirli sakallarım boynuma batıyor. Elmacık kemiklerim çıkık, uzun saçlarım var. Çok olmasa da hafif zayıfım. Yapılı denebilecek bir vücudum var. Gözlerimse kan çanağına dönmüş. Geçen yıl ölümüne içtiğim zamanlarda aynı böyle görünüyordum. Mutfağa gidip kendime hızlı bir yemek hazırladım. Salona dalıp klimayı 20 dereceye aldım. Yazlık giysiler giyince sonunda rahatlıyorum. Yemeği yerken karakoldaki anılarım canlanıyor.

Elimde büyük bir kutu. Kapıyı açıyorum. Beni gören nöbetçi direkt silahına davranıyor.
"Hop hop hop, sadece içinde kasetler var." Deyip kutuyu açıp görevliye gösteriyorum. Açıklamamı yapınca beni görevli olan memura götürüyor. Olanları ona anlatıp video oynatıcımı çıkarıp sinevizyona bağlıyorum. İzlediği şeyler karşısında dehşete düşüyor memur. En sonunda teşekkür ediyorlar.

Yemeği bitiriyorum. Yatağıma kurulup bugünün ne kadar boktan geçtiği, yarının ne kadar boktan geçeceği hakkında düşünceler kurup uyuyorum.

Evde bir tuhaflık var sanki. Bir şeyler değişmiş. Burnuma yanık kokusu geliyor. Salondan. Yataktan fırlayıp salona koşuyorum. Tam köşeyi döndüğümde bana gelen sopayı fark edemedim. Ters dönüp kafamı betona vurdum. Kafamda yankılanan tiz sesini bastırmak için kollarımı harekete geçirmek istiyor, fakat şokun etkisiyle felç olmuş bir şekilde yatıyordum. Gözlerimi sonunda hafifçe araladım. Karşımdaki, dün konuştuğum polisti. Cebinden bir çakı çıkardı.
"Üzgünüm dostum, ama bununla zengin olanlar da var. Ayrıca sırrı da öğrenmişsin. Seni susturmalıyım." Dedi ve bıçağı bana doğru hızlı bir şekilde indirdi. Kollarımda durdurdum, fakat bıçak elime saplanmıştı. Kısa bir çığlık attım. Polis bıçağı çıkartıp tekrar hamlede bulundu. Bu kez başımı yan tarafa çekerek kurtuldum. Üst üsteydik. O avantajlıydı çünkü üstümde kalıyordu. Testislerime dizini geçirdi. İki büklüm olunca bıçağıyla tekrar hamle yaptı. Bunu bekliyordum. Dirseğimle engelleyip hızla gelen bıçağı adama yönlendirdim. Sağ elimle bıçağı destekleyip adamın boğazına soktum. Adam üstümde birkaç saniye kaldı. Köpek hırlamasına benzer sesler çıkarıyor, ne zaman bu sesleri çıkarsa suratıma kan fışkırıyordu. Ondan kurtuldum. Yerde bana bakıp gülüyordu.
"Tüm polis teşkilatı biliyor. Se-nin peşinde-ler. Öl-dün."
Son nefesini verdi. O sırada kapıyı birisi tekmelemeye başladı. Arkama döndüğümde kasetlerin hala aynı yerde olduğunu farkettim.

ÖLÜM KASEDİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin