Aklımda dolanan binlerce düşünceden sıyrılarak kulaklığımı çıkardım. Gelmiştim zaten. Uzaktan baktığımda şatafatlı olmadığını farkettiğim bina, yine de her bakışta içimi huzurla dolduruyor gibiydi. Yürümeye devam ettim. Merdivenleri çıktım, kapıyı açtığım anda biriyle yüz yüze geldim. Ta kendisiydi. Matt. Zamanında platoniği olduğum çocuk. Tabi sonra çıkmıştık. Ama neden ayrıldığımızı hatırlamıyorum. "S-selam." dedim kekeleyerek. "C-Cara? Selam. Nasıl gidiyor?" diye sordu, o da benim gibi yavaş ve kekeleyerek konuşmuştu.
Havadan sudan bir konuşmanın ardından, asıl merak ettiğim şeyi sorma fırsatı buldum: "Buraya hangi rüzgar attı seni?". "Bilirsin, babamın koçluğunu yaptığı takım Miami'de finallere çıkacak. Ben de fırsat bulmuşken onunla gidip gidemeyeceğimi sordum. İşte buradayım." Ardından gülümsedi, ben de sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdim. "Peki sen? Yani neden buradasın?" diye sordu. Sorusunu sorduktan sonra, saçımla oynadığımı farkettim. Saçımla sadece sevdiğim insanların yanında oynardım. Matt'in bu özelliğimi unuttuğunu umarak saçımı bıraktım, içimden kendime sövdüm ve sorusuna cevap verdim. "Bu yaz farklı bir şeyler yapalım dedim, Abigail ile dünyayı dolaşmayı planlıyoruz." dedim, belediye çukuru olarak tanımladığım gamzemin yine ortaya çıktığını farkettim. "Ah, çok güzel bir plan bu. Kesin senin başının altından çıkmıştır, hahaha!" dedi, ben de onunla beraber güldüm. Teşekkür ettim ve vedalaştık. "Umarım tekrar görüşürüz." demişti bana. Bilmem, belki. Merdivenlerden inişini ve kaldırımda uzaklaşmasını izledim; rampa, koyu kahverengi saçları, kehribar rengi gözleriyle fazla yakışıklıydı. Kasları da vardı tabi, hahahah. Durun bi saniye, ne saçmalıyorum ben? Pasaportlar, evet. Onları almalıyım.
Kapıyı çalıp Abigail'in açmasını bekledim. "Geliyorum!" diye bağırdığını duydum, bu sırada telefonumdan mesaj sesi geldi. Verandadaki ikili mavi koltuğa oturup, mesajı açtım. Melissa? İyi de, o neden mesaj atmış ki?