*Etrafımızdaki güzellikleri yahut çirkinlikleri gözlerimiz sayesinde görüyoruz, sesleri duymaya yarayan kulaklarımız, hissetmemizi sağlayan tenimiz, koku almak için burnumuz, çevremizdeki olayları analiz etmemiz ve düşünmemiz için tam donanımlı bir beyinle dünyaya gözlerimizi açıyoruz. Sonra farkında olmadan toplum tarafından büyütülüyoruz ya da uyutuluyoruz! Öz benliğimizi bulmak uğruna çabalayıp duruyoruz ama ne kadar çabalarsak çabalayalım bu dünyaya gözlerimizi kapattığımızda yine kendimiz olarak değil de, bir başkası olarak veda ediyoruz. Nasıl mı? Aynen şöyle, hayatın boyunca kendini geliştirmek adına çeşitli okullara, kurslara yazılıyorsun, televizyonun karşısına geçip sana yararlı olabileceğini düşündüğün programları izliyor, bütün herkesin elinden düşürmediği kitapları okuyorsun. Yani sen, sen olmaktan çıkıp artık herkesleşiyorsun. Farkında olmadan sistemi çökertilmiş toplum tarafından yok edilip, tam donanımlı olarak geldiğin bu dünyaya kendinden çok şey kaybederek veda ediyorsun.
*İnsanların eksiklikleri onların mükemmel iş çıkartamayacağını mı düşündürüyor?
"Tek kolunun olmaması onu kusurlu mu yaptı? Bahçıvanlık işi Sebuh'un işi. Bence senin gözlerinde problem var, yamuk falan değildi. Olması gerektiği gibiydi. İnsanların eksiklikleri onların mükemmel iş çıkartamayacağını mı düşündürüyor? Toplum bu tür insanları dışlıyor, iş vermekten korkuyor. Biliyor musun diğer insanlardan farklı görünüşe sahip olduğunda ya da onlardan farklı düşündüğünde ya seni deli ilan ediyorlar ya da yanınızdan geçen insanlar burunlarını kıvırarak sana tiksintiyle bakıyorlar. Onlardan kaçmamın nedeni bu Çiğsel. Dışarıda kötülük var. Sebuh albino hastası ve bu işe çok ihtiyacı var. Bütün gününü bahçeye ve seraya veriyor. İşini severek ve isteyerek yapıyor. Sebuh'un anlamı Ermenice 'şövalye' demek. Sebuh isminin anlamını hakkıyla veriyor, çok yetenekli bir şövalye o."
*Belki de dünyaya gözlerimizi açtığımız andan itibaren kandırılıyorduk; beynimizdeki yüz milyar nöron, duyu organlarımızla beraber hareket edip ya bizi kandırdıysa?
*Ellerimle mideme baskı yaparak yere cenin pozisyonunu alarak yattım. Annemin rahminde, cenin pozisyonundayken bütün kötülüklerden korunduğum gibi şimdi de korunacağımı düşünerek...
*Gözlerimle kırılma anını yakalamaya çalışsam da becerememiştim zaten hiçbir zaman yere düşen bir eşyanın kırılma anını, havanın aniden karardığı anı, saksıda beslediğim eşmeya çiçeğimin, çiçek açtığı anı yakalayamamıştım. Gözümün önünde bir şeyler olup bitiyordu fakat benim bütün bu olanlardan zerre haberim olmuyordu.
"Aslında bakarsan etrafındaki çoğu insan kimsesiz ve terk edilmiş. Sen her ilkbaharda çiçeklerle bezenen ağaçların, her sonbaharda acımasızca terk edilmediğini mi sanıyorsun? İnsanoğlu bile o çok sevdiği fani dünyayı terk edecek, bu dünyaya alışman için her şeyi öğrendiğin, zamanında onun rahminde can bulduğun anneni de terk edeceksin. Aslında bakarsan herkes acımasızca tıpkı bir döngü gibi birbirlerini terk ediyorlar. Sen anneni terk ediyorsun, annen de kendi annesini, çiçekler ağaçları, ilkbahar ise çiçekleri... Ama ben seni hiçbir zaman terk etmeyeceğim Çiğsel."
*Bu kâinatta herkesin bir işi gücü vardı. Güneş doğmakla meşguldü, yıldızlar karanlığı süslemekle, bulutlar yağmur yağdırmakla, oysa benim hiçbir işim gücüm yoktu. Var olmaktan başka.
"Toplum birbirine benzeyen insanlardan oluşuyor; orospuların kırmızı halılarla karşılandığı, bilgisiz alimlerin naralar attığı, din tüccarlığı yapan hocalar, ağzından ahlaklı sözleri eksik etmeyip kameralar arkasında küfürler savuranlar, okuduğu kitaplar bir elin beş parmağını geçmeyen insanların yazar olduğu, para içinde boğulan, yaşlı bunakların kızları yaşındaki sevgilileri, ekranların önünde aile olmanın öneminden bahsedip gayrimeşru olarak dünyaya çocuk getirenler... daha bir sürü örnek var. Kime inanacaksın? Eğer iyiysen, bu ahmaklar tarafından yok edilirsin. Aslında doğduğumuz andan itibaren uyutuluyoruz."
Bugün günlerden ne? Saat şuan kaç? Hangi aydayız? Dünya mı Güneş'in etrafında dönüyor yoksa Güneş mi Dünya'nın etrafında? Kuşlar mı daha özgürdür yoksa hayallerim mi? Acı, bedenimi yavaş yavaş ele geçirip hastalıklı olan zihnimi yeterince yoruyor, zaman kavramını yok ediyordu. Bütün bildiklerimi unutmuştum ya da hatırlamak yoruyordu insanı. Kalbimdeki sızı, yattığım yataktan kalkmamı engelliyordu. Bütün gün uzanarak bomboş olan tavanı seyrediyordum. Aniden beliren Epiktetos, bazen acıyarak bazen ise gülümseyerek beni izliyordu. Gün boyu düşünüp aklımı iyice yitirmekten, hayal dünyamın karmaşıklığında kaybolmaktan korkuyordum. Ayrıca diğer insanlardan çok farklıydım, onların göremediklerini görüyor, hissetmediği duyguları hissediyordum. Varlığını ispatlayamadığım hayali arkadaşıma bir yenisi daha eklenmişti. O, Epiktetos'tan çok farklıydı. Duvarların arkasına gizlenmek yerine, okuduğum romanın sayfalarının arasından aniden belirerek gülümsüyor ve bana hiç duymadığım şiirler okuyordu. Alnı oldukça açık, kaşları yukarıya doğru kalkık, bıyıkları ise gürdü. Gözleri parlak ve masmaviydi. Ara ara şiirler okurken, kırlaşmış saçlarına takılırdı gözlerim. Yaşı tahminen elli ya da elli beşti. Okuduğu şiirleri sessizce tekrar ederek ezberlemeye çalışırdım. Kendisini, ben Melih Cevdet Anday'ım diye tanıtmıştı.
Sayfaların ardında, sizi bekliyor olacağım, keyifli okumalar...❤
*Okumaya başladığınız tarihi buraya yazar mısınız?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PARANOYAK (BİTTİ)
General Fiction"Aslında bakarsan etrafındaki çoğu insan kimsesiz ve terk edilmiş. Sen her ilkbaharda çiçeklerle bezenen ağaçların, her sonbaharda acımasızca terk edilmediğini mi sanıyorsun? İnsanoğlu bile o çok sevdiği fani dünyayı terk edecek, bu dünyaya alışman...