GİRİŞ

406 34 36
                                    


Karanlığın ortasında sessizliğe hapsolmuş bir ormanda önümde duran masanın üzerindeki cesetle başbaşaydım. Elimi uzatıp örtünün altında yatan cansız bedenin kime ait olduğunu öğrenmek istedim. Ama aniden bir müzik sesi başladı. Bu sanki bir hiçlik senfonisiydi ve piyano, tüm vazgeçişlerimi basılan her notada acı bir haykırışla bağırıyordu. Aynı anda nerden geldiğini bilmediğim tok bir ses beni durdurdu. Bir kadın sesiydi. Tanıdık ama aynı zamanda gecenin içindeki belirsizlikle buluşan bilinmezlik gibiydi. Onun sesiydi. Ses tellerimin dayanabildiği en yüksek seviyede avazım çıktığı kadar bağırdım.

"Annee!"

Gözlerindeki içimi titreten sıcaklığın burada yokken bile vücudumun her bir hücresine yayıldığını hissedebiliyordum.

Başımı kaldırıp etrafı izledim. Hiçlik ormanın her yerini sarmıştı. Sesi dinledim.

"Onu bul Azelya. Ancak onu bulursan huzura kavuşacaksın." Aynı anda ses kesilmiş, yağmurun başlaması ile birlikte müzik sesine karışan yağmur damlalarının şırıltısı uyumlu bir ahenk oluşturmuştu.

"Kimi?" diye bağırdım sesimin boşlukta oluşturduğu dalgalanmanın karşı tarafa geçmesinin umut ederek. Kimi bulmalıydım? Kimdi benim huzursuzluğumun nedeni?

İçimi parçalayıp ruhumu geri dönülmez yollara bırakan o ses kesildiğinde benim de en acı yanımı beraberinde götürmüştü.

Hayatta kalmanın en acı verici saatlerinin gece saatleri olduğunu geçmişim yüzüme vura vura öğretmiş, peşimi bırakmadan yine şu andaki zamanıma karşı savaş açmıştı. Ama her şeye rağmen kimsesizliğin ruhumda açtığı derin yaralarla kaçtığım o karanlığa sığınmaktan başka çarem yoktu.

Kendimi ne kadar hızlı yağarsa yağsın içimdeki yangını söndüremeyen yağmur damlalarına teslim edip rüzgârın sesini dinledim. Fırtına çok yakınımdaydı.

Gözlerimi kapatıp tırnaklarımı avuç içlerime bastırdım. Damlaların alıp toprağa karıştırdığı iki damla kan serbest kalmıştı. Korku ruhumun en kuytu köşelerine yerleşmiş ne zaman dışarı çıkması gerektiğini bilen azılı bir düşman gibi dikilmişti karşıma.

"Korkma."

Kulaklarımın işittiğinden emin olmadığım acı dolu bir ses yankılanıyordu ormanda. Ve pes etmeden sesinin en ürkütücü tonunu kullanarak ezberini yineliyordu.

"Korkmana gerek yok. Sen zaten ölüsün. Ölüler korkmaz."

Baran... Hızla arkamı dönüp gerisin geri sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Karanlıkta gözlerimin onu seçebileceği kadar yaklaştığımda "Baran" diye seslendim. Sözcükler koşmaktan kurumuş dudaklarımdan acı bir çığlık gibi dökülmüştü.

Yanına gittiğimde örtünün altında yatan cesede bakıyordu. "Azelya" diye fısıldadı. Sesi ağlamaklıydı. Ama bana bakmıyordu. Baktığı şey masanın üzerindeki tüm hücrelerinden canı çekilmiş olan bedendi.

"Ah Azelya " diye mırıldandı yeniden iç çekerek. "Ah benim gecenin en koyu karanlığında tek damla su istemeden yetişen narin çiçeğim. Seni öldürdüğüm için özür dilerim." Ağlamaklı sesi hıçkırıklara dönüştüğünde ellerini havaya kaldırmıştı.

Yüzünü yağmura dönmüş her damlasında ruhunu parçalayan gözyaşlarını yağmur sularının akışına teslim etmişti.

Olduğum yerden bir adım bile kımıldamak istemeyen ayaklarımı sürükleyerek tam karşısına geçtim. Yüzünü avuçlarımın içine alıp kendime döndürmek istedim ama elim boşlukta sallanıyor, varlığımı ona hissettiremiyordum.

"Ben ölmedim." Diye bağırdım onu omuzlarından tutup silkelemeye çalışarak. Ama onda en ufak bir hareket gözlemleyemedim. "Ben ölmedim. Öldüremedin." diye çığlıklar attım. Ya da öyle olduğunu sandım. Yorgunluktan bitap düşen bedenim Baran'ın ayaklarının dibine yığılıp kaldı. Ruhum ve bedenim birbirinden ayrı sonunun belli olmadığı bir yolun ayrımındaydı sanki. Hıçkırıklarla ağlamaya başladığımda ağzımın içine yayılan metalik bir tat boğazımı yaktı. Yutkunamadım. Sesim çıkmadı. Tabi ya ölüler konuşamazdı. Benimkisi var olmayan bir bedenin ölümü kabullenememesinden kaynaklanan kasvetli, acı, sessiz bir çığlıktı. Hissiz bir çığlıktı.

Kapıdaki kilit sesini duyduğumda sıçrayarak yerimden kalkıp yere düşürdüğüm defteri kapatıp sehpanın üzerine bıraktım. Gördüğüm kabusun etkisi ile terden sırılsıklam olmuştum. Önemsememeye çalıştım. Baran gelmişti. Beni böyle görmemeliydi. Toparlandım.

Acaba bu sefer kaç gün kalacaktı yanımda, kaç gece bana kuş tüyü gibi gelen göğsünde gözlerimi kapatıp başka bir dünyada olduğumu hayal edebilecektim? Ya da kaç saat? Kaç dakika?

Bana daha önce defalarca söylediği gibi o olduğundan emin olmadan yaklaşmadım kapıya. Koltukta öylece oturmuş içeri girmesini ve beni sarıp sarmalamasını bekliyorum. Gözünü bile kırpmadan canımı almak isteyen bir düşmandan kaçıyormuşum gibi kaçmam gerektiği halde ondan, hala beni sarıp sarmalamasını bekliyorum.

Beni benden almak isteyen, beni avuçlarının arasına alıp yok etmek isteyen bu adama duyduğum nefret aşktan daha güçlü olduğu için mi ondan vazgeçmem imkânsız bir hal almıştı. Vazgeçsem bile nereye gidecektim. Ona ait olduğumu bile bile gidip kime sığınabilirdim. Artık o bendi, bense giderek o olmuştum. Eğildiğim o ruha karşı konulamaz bir şekilde sürükleniyordum. İnsan kendisinden gidebilir miydi?

Sessiz adımlarıyla kapıdan girdiğinde hiç zaman kaybetmeden koşup kollarımı boynuna doladım. Ölümün soğukluğunu tüm ihtişamıyla iliklerime kadar hissettim. İçimden beni sarsan tuhaf bir titreme geçti. Onu bir daha görememe ihtimali beni yerle bir etti o an. Daha sıkı sarıldım.

"Neden geç kaldın? Çok özledim seni." Ağzımdan çıkan her harf, her hece ona ulaşmaya çalışıyor ama ördüğü kalın duvarları yıkıp geçemiyordu. Ona konuşarak ulaşmak benim için gittikçe zorlanan bir hal almıştı. Ama her hareketimle kalbine dokunmak bir o kadar kolaylaşmaya başlamıştı. Buydu belki de susarak anlaşmamızın en büyük nedeni.

Hiçbir şey söylemeden kollarımı boynundan alıp yavaşça aşağı indirdi. Ne olduğunu anlamak için gözlerine baktım. Ve olan yine aynı şey. Öfkeli, nefret dolu bir sessizlik.

"İyi misin?" Ürkekçe sorduğum soruya cevap vermeden koltuğa yöneldi. Oturmadan önce belindeki silahı çıkarıp sehpanın üzerinde duran defterimin hemen yanına koydu.

Başıyla karşısına geçmemi işaret ettiğinde geçtim. Yüzüme bile bakmadan koltuğa uzanmaya başladı. Üzerindeki ceketi çıkarıp koltuğun kenarına koyduğunda fark ettim asla görmemem gereken şeyi. Kan...

Kana bulanmış beyaz tişörtünü kaldırdığında sol göğsünün hemen altındaki bedenini sıyırıp geçen kurşun yarası kendini gösterdi. Şaşırmadım...

İnsan alışır mı buna?

Alıştım.

Kendi başına yarasını pansuman edişini izledim sessizce. Yaranın hemen sağ altındaki bıçak yarası ilişti gözüme. Kapanmak üzere... Sonra vücudundaki diğer morluklar... Onlar da iyileşiyor yavaş yavaş.

Her bir yarada onun için kirlettiğim aydınlığım var sanki. Ama ne önemi var bunların?

Onun suçu yok.

Kimsenin suçu yok.

Bütün suç ona olan aşkından enkaza dönmesine rağmen ondan asla vazgeçmeyecek olan kalbime ait...




.....

Bu hikayeyi daha önce yüklemiş ama kaldırmak zorunda kalmıştım. Şimdi tekrar aynı heyecan ve umutla yüklüyorum. Kafamda yarattığım her bir karakteri o kadar çok seviyorum ki hiçbirinden vazgeçmek istemiyorum. O yüzden he bölümün yolunu gözleyen üç, iki belki bir okuyucum bile olsa sonuna kadar yayınlayacağım. Umarım okuyan, ucundan göz atan herkes bile beğenir ve hikayemi sahiplenir. Önümüzdeki bölüme kadar hoşçakalın. Sevgiler :))))

AZELYAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin