Kazım Koyuncu - Askıda Yaşamak
Eleutheromania: Özgürlüğe karşı duyulan şiddetli arzu.
"Merhaba," dedi titrek bir fısıltıyla. Sözde yatağına duyduğu yabancılığın yoğunluğundan yere oturmuş, soğuk betonu göze almıştı. "Orada kimse var mı?" diye devam etti zor duyulan bir sesle. Bir gardiyanın onun bu zayıflığına şahit olmasındansa ölmeyi yeğlerdi. "Orada kimse var mı? Ben karanlıktan korkarım da." Umutları kesilmek üzereyken kalın bir sesin anlamadığı bir dildeki fısıltısı doldurdu hücreyi. 1"Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak..." diyordu yan hücredeki yorgun genç.
"Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?"
Kan kokuyor zaman, kan kokuyor sokak, kan kokuyor hapishane... Çığlıktan şehrin sakinleri ilk defa böyle çok, böyle içli bir şekilde duyurmuşlar seslerini. Sokaklar insan dolmuş. Yapılışlarından bu yana ilk defa bu kadar insanla buluşmuş olan hevesli sokaklar, insanlar için en iyi şekilde süslenmeye karar vermiş. Kırmızı içinde şahane görünürsün, demiş ona saray, kırmızıya bürün. Sarayı bilgili bir kimse sanan yeni yetme kaldırımlar üstünde insanların ölüşüne karşı durmamışlar kırmızıya boyanıyoruz sanarak. Şehir kan kırmızı olmuş, şehir alevden olmuş.
Yani anlayacağınız üzere bir varmış, bir yokmuş... Gwangju yanıyormuş,
Kader bu ya, yangının orta yerinde iki koca adam, iki özgürlük kokulu çocuk, sırt sırta verip oturmuş. Aralarındaki koca duvar sanırsınız hiç var olmamış, o an orada yokmuş.
"Yabancı mısınız?" dedi bir başka korkak fısıltıyla sağ hücrenin hırpalanmış cesaretli misafiri. Öyle bir zalimdi ki bu taştan yer içinde durup da ben en eskinizim diyen herkesten yaşlı, en genç görünenlerinden daha kanlı canlıydı. Tüm mahkûmların aldığı toplam nefesi ölüm aromasıyla içen bu duvarlar sağ hücreli gibi pek çoklarını görmüştü şüphesiz. Oysa hücredeki çocuk ilk defa bulunuyordu öykülerini dinlediği bu sonsuz girdabın parmaklıkların arasında. Korkak demek ona haksızlık olur, korkak değildi genç adam. Fakat yuvasının kenarında durmuş kanatlarını ne için kullanacağını anlamaya çalışan bir kuş gibi tecrübesizlikten titremekteydi kirpiklerine kadar. Şimdi tüm bu paniğin ortasında bir de konuşma susuzluğunu giderecek sıcak dilinden birini bulamamak iyiden iyiye oyardı içini. Sorusunun karşılığında sadece burundan verilmiş bir nefesin sesini almak da böyle bir endişe içinde kavranan gence elbette daha fazla sıkıntıdan başka bir şey getirmemişti. Damarlarının her saniye eski güzel yastıkları gibi kabardığını hisseden genç, zihninde hücresini on kez turlamış olduğu halde ayağa kalkıp gürültü yapmaktan bile çekiniyordu.
Gecenin en yıldızsız dakikalarından birinde sessizliğin ortasından süzülerek geçti bir dua. Sol hücrenin acıyan iri gözlerini sabitlediği duvardan ayırmaya karar vermesi işte tam bu dakikaya denk geldi. Hislerinin diline attığı düğümü çözmek için gereken bir dua mıydı yoksa o sesi yeniden duymak mı bozmuştu düzeni emin değildi. Sol hücrenin sakini tüm hücrelerine korkunun süzülmesini izledi bir damla tatlı şarabın kadehin dibinde hareket etmesi gibi zarafetle. Korkusu yayıldı, yayılıp zihnindeki uçurumda yuvarlandı. Ses tellerinden tırmandı bulut sandığı dişlere kadar aheste aheste korku.
Sol hücrenin büyükçe kalpli misafiri fısıldadı "Bütün şiirleri unutacağım."
Bir insan tanrıdan ne dileyebilir? Bir ev mi dilemektir alışılageldik olan iyi bir iş mi? Yeri geldiğinde sağlık, yeri geldiğinde bir bardakçık su mu? Ses dilemişti tanrıdan az önce dua eden genç. Aklını pıhtılaşmış kanlarla boyanmış kahverengi saçlarından akıtmadan önce, bütünüyle yitip gitmeden önce onu hayata bağlayacak bir ses dilemişti. Dileğinin bu kadar çabuk gerçekleşeceğini bilmeden yapmıştı alışık olduğu eylemi. Üstelik bu kez kendi dilinde konuşmuştu bir duvarı paylaştığı yeni insan. İleride paylaşılacakların bir duvardan fazla olduğu gerçeğinin henüz farkında değildi.