"Misafirlerimiz var, onu bekleyelim lütfen!"
"Peki efendim! Nasıl arzu ederseniz."
Duymamıştım bile garsonun sözlerini. Çünkü kendimle savaşım henüz neticelenmemiş, beni yiyip bitiriyordu. Oğlum on iki yaşına gelince, tabi eğer o da isterse, onunla görüşmek zorundaydım. Mahkemenin bana verdiği bir dayatmayddı bu ve ben bundan hiç hoşlanmıyordum. Gözlerimle etrafı tarıyor, kendimi bu düşüncelerden sıyırmaya, içimdeki bu cenkten kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Çalışıyordum çalışmasına ama, bir yandan da oğlumu, ve uzunyıllar boyunca görmediğim karımı da merak ediyordum. Ama bunu ne kendime söyleyebiliyordum, ne de bir başkasına. O olaydan sonra oğlumu bir yük olarak görüyordum. Bunun tek sorumlusu olan karımı da artık görmek istemiyordum.
Yüzümü kapıya doğru çevirdiğimde, sanki her gün görüyormuçasına tanıdım onu. Ama yanındaki ufak tefek, gözleri masmavi, yüzündeki kocaman gülümsemesiyle duran çocuğu elbette ki tanımıyordum. O benim oğlum olabilir miydi? Başka bir ihtimal yoktu tabi ki. Ama ben, onu kabullenmek istemiyordum.
Masaya geldiklerinde ayağa kalkıp karşıladım onları. Eski eşim biraz tedirgindi. Sanki benimle karşılaşmak, benim yanımda olmak onu ürkütüyordu. Elimi uzatıp, "Merhaba," dedim; "Hoş geldiniz."
"Hoşbulduk Orhan. Sizi tanıştırayım." Oğlum elini ileriye doğru uzattı. "Oğlun Asil."
"Merhaba baba!"
Bu söz hâlâ kulaklarımda çınlar durur. Ben miydim oğlumu uzun yıllar boyunca babasız bırakan; ben miydim şimdi kabullenmek istemediğim oğluma sımsıkı sarılan?
"Nasılsın oğlum?"
"İyiyim, şeey, baba. Sen nasılsın?"
Yüzüme bakmadan konuşuyordu. Sanki benimle konuşmak zorunda olduğu için konuşuyordu. Yüreğime, konuştuğu her kelimesinde kör bıçaklar saplanıyordu sanki. "Oğlum," demek istiyordum, "Neden yüzüme bakmıyorsun?" Ama diyemedim, diyemezdim de zaten. Ne hakkım vardı ki buna? Ben değil miydim ona bütün bu yalnızlıkları yaşatan? Öyleyse o, bütün bu yalnızlıkların acısını çıkartmakta haklı değil miydi?
"Ne içersiniz, ya da, ne yersiniz?" diye sorarak dağıtmak istiyordum kafamda dönüp duran bu kara bulutları.
"Anneciğim," dedi Asil, "Ben mozaik pasta istiyorum. Yemesi daha kolay oluyor."
"Babana söyle oğlum, bu gün her şey ondan." Gülümsedi.
"Olur mu baba?" diye sordu yüzüme bakmadan. "Olmaz," demek istiyordum ama, "Olur. Ne içersin yanında?" cümleleri kurtuldu ağzımdan.
"Şeftali suyu." Dedi. Yine yüzüme bakmıyordu. Ama yüzündeki ifade son derece mutlu ve huzurlu olduğunu gösteriyordu.
"Neden bu kafeye geldik Aslı, daha rahat bir yere gidebilirdik." Dedim. Aslı bana gülümsedi, "Asil burayı avucunun içi gibi biliyor. Buradaki görevliler de onu çok iyi tanıyor. İstediği gibi, özgürce hareket edebiliyor."
"Ben," dedi Asil âniden aklına gelmiş gibi. "Lavaboya gidip geliyorum. Pastam gelene kadar geri dönerim."
Yerinden kalktı ve masanın diğer tarafına doğru yürümeye başladı. Ellerini öne uzatmış, kendini âdetâ korumaya almıştı. O anda kafamda şimşekler çaktı. Neden benim yüzüme bakmadığını, kafasını bile kaldırmadan benimle konuştuğunu o anda anladım ve beynimden aşağıya kaynar sular boşaldı. Eski eşim Aslı'ya döndüm:
"Oğlum," dedim, "Hiç mi görmüyor?"
Aslı yüzüme, sanki hiç bilmediği bir dilde konuşmuşum gibi şaşkınlıkla baktı. Sonradan kendini toparladı ve, "Evet. İki yaşından beri hiç görmüyor." Dedi.
Bu arada oğlum, sıra sıra dizilmiş masaların arasında ilerleyişini tamamladı ve ilerlediği yolun sonundaki kapının kolunu bulup açarak içeriye girdi. Ben de Aslı'ya döndüm tekrar:
"Nasılsın Aslı? Ben, kendimi çok kötü hissediyorum. İnsan, görünce daha bir iyi anlıyor özlediğini. Ben..."
"Sen bizi o hâlde bırakıp gittiğinden beri, işler bayağı değişti. Ben oğlumla yaşamaya alıştım. O şimdi okuyor. Altıncı sınıfa gidiyor. O hayatından son derece memnun. Çevresinde kabul görmeyi başardı. Kendisini sevdirmeyi de..."
Utanıyordum. Benim dışımda herkes, oğlumu kabullenmişti ama bben, onu belki de bu hayatta yalnız bırakan tek kişiydim, ve üstelik onun babasıydım. İsterse tüm dünya kabul etmesin, onu yarı yolda bırakmaması gereken, annesinden sonraki tek kişiydim belki de. Elimi Aslı'ya uzattım. "Aslı," dedim, "Beni affedebilecek misiniz? Belki de anlatmam gereken çok şey var. Ama ben her şeyden önce, sizin beni affetmenizi istiyorum. O zaman yaptığım şeyin ne kadar da affedilmez bir şey olduğunu biliyorum. Ama ben, oğlumdan kaybettiğim bu on yılı, bu oluşan açığı kapatmak istiyorum. Dahası, sana bu uzun yıllar boyunca yaşattığım haksız yalnızlığın telafisini yaşatmak istiyorum. Ve belki de her şeyden çok, kendime yaptığım bu haksızlıkların, kendime çektirdiğim bu acıların yerini artık mutlu bir ömür alsın istiyorum."
Ben bunları söylerken oğlumun elini omzumda hissettim. Hissetmemle irkilip arkama dönmem bir oldu. "Ben," dedi yine yüzüme bakmadan. "Seni çok merak ettim baba." Elini yukarıya doğru kaldırdı, yüzüme doğru uzattı. Ben de ellerinden tuttum ve yüzüme doğru yaklaştırdım. Yüzümü inceliyor, sanki okşuyordu. Daha fazla dayanamadım ve oğlumu kendime doğru çekip sımsıkı sarılıp, boynundan öptüm. İki yaşındaki kokusu, sanki benim için saklanmıştı.
Tam bu sırada, "Mozaik pastanız," diyerek masaya yaklaşan garson, elindeki tabağı ve içeceği masaya bıraktı. "Afiyet olsun!" dedi ve uzaklaştı.
"Oğlum!" dedim, "Bundan sonra seni bırakmayacağım." Yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. "Senden öğreneceğim çok şey var. Bana anlatman gereken on koca senen var."
"Senin de var baba." Dedi gülümseyerek. "Sen de bana on sene borçlusun."
Artık yüzüme bakmaması üzmüyordu beni. Çünkü biliyordum ki, yüzüme baka baka hayatını benim bildiğimden farklı yaşayan, o bilindik insanlardan değildi benim oğlum. Yüzüme bakmasa bile, samimiyetini el kol hareketlerinde, duruşunda, ve bir çok davranışında gördüğüm, ve ömrümün sonuna kadar da görmeye devam edeceğim birisiydi benim oğlum.
Aradan uzun yıllar geçti. O her zaman korktuğum, gelmesini istemediğim yüzleşme; hayatımmı değiştirmiş, bana bütün özlemlerimi anımsatmış, ve benim ömrümün sonuna kadar gideceğim yolumu çizmişti. Yüzleştiğim sadece kör bir çocuk değildi. Yüzleştiğim, bir evlattı. Ve ben, kendi gözü karalığım yüzünden evladıma on sene kaybettirmiştim.
Şimdi senden özür diliyorum oğlum. Umarım beni, bütün çocukluğunu elinden aldığım, seni yalnız bıraktığım, ve bütün bu sana yaşattıklarım için affedebilirsin. Seni çok seven ve ömrünün sonuna kadar da kalbi senin için atacak olan baban.
Babasının dolabında, kıyafetlerinin en altına serilmiş bir gazete zannedip aldığı kâğıtta yazıyordu bütün bunlar. Ve okudukça gözlerinden yaşlar boşalıyordu Asil'in. Üstelik babası bu mektubu, onun yazısıyla yazmıştı. Tabletin kâğıtta bıraktığı çivi izlerine dokundu büyük bir duygusallıkla. Kağıdı aldı ve odasından çıktı. Salona geldiğinde babası kitap okuyordu. Koşup babasına sımsıkı sarıldı ve:
"Babam benim! Seni, sen yokken bile affetmiştim zaten. Bana o kadar güzel bir hayat bahşettin ki,yanımda olmadığın o on senenin telafisini, mutlu ve huzurlu bir ömürle yaptın. Seni çok seviyorum."
Bora FIRLANGEÇ

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hayatımın Yükü
Short StoryBu hikayem, Türkiye Görme Özürlüler KİTAPLIĞI (TÜRGÖK) için yazdığım bir hikaye. Umarım beğenirsiniz!