22. Bölüm

29 5 3
                                    

Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın...
İyi okumalar ☺️

21 Aralık 2017​
   Tae gözlerini açtı. Boynu, uyurken öne doğru sallanmaktan tutulmuş, sandalyedeki rahatsız pozisyonu üç gündür değişmediğinden her yerini ağrılar sarmıştı.
   Tozlu oda, pis pencereler ve arkasında iki üç korumanın olduğu kilitli bir kapı... Derin bir nefes alıp başını geriye attı.
   Üç gündür Mixan onu burada tutuyordu ama o, kızların gittiği günden beri ortalarda yoktu.
Yine de Tae korumaların getirdiği sıcak çorbayı adamların yardımıyla mideye indiriyor, eğer seslenirse getirdikleri suyu içip... Tuvaletini yapamıyordu.
   Sıkıntıyla homurdanıp uyurken ıslattığı pantolonuna baktı. Kötü kokuyordu ama kokması umursanacak son şeydi.
   Getirdikleri çorbanın bağırsaklarıyla işi olmadığına sevindi. Çorba dışında bir şey yemiş olsaydı... Şu an daha iğrenç bir durumda olabilirdi.
   Üç günde neler değişti, diye düşündü. Bu düşünce de diğerleri gibi onu etkilememişti. Artık kötü düşünmeye ve bu düşündüklerinin gerçekleşişini izlemeye alışmıştı.
   On bir gün, diye düşündü. On bir koca gün geçmişti ve şu an işler Arapsaçına dönmüştü. Sadece On bir günde, o güzel, mutlu hayatları yerle bir olmuştu... Hatta yerin bin kat aşağısına inmişti.
Gözlerini kapatınca Yoongi'nin sahnenin ortasına yığılmış bedeni gözünün önüne geldi. Öksürdüğünde havaya fırlayan kandamlaları ve göğsündeki delikten oluk oluk akan sel...
   Yutkundu. Gözlerini açtı ve tekrar kapattı.
   Bu seferki görüntü Jimin'in boğazındaki şeffaf tel ve onun yerde sürüklenirken kurtuluş yolu arayan güçsüz kolları... O görmemişti belki ama Jimin... Belki daha nelerle yüzleşmişti böyle... Böyle güçsüzce...
   Sonra, başındaki tacın ona gösterdiği şeylerle dehşete kapılıp çığlıklar atan Hobie Hyung vardı. Onların göremedikleri birini suçlayan, küfürler eden ve programdan çıktıktan hemen sonra Jimin'e sarılıp çaresizce ağlayan...
   Sadece Namjoon'u mutlu etmek için kendini ve sevdiği insanı tehlikeye atan Jin Hyung'un elleri arkadan bağlanmış bir şekilde yerde oturduğunu... Dudağından sızan kan damlalarıyla yerde oluşan gölcüğü... Gördü.
   Onun yanında aslında onları korumak için attığı her adımda çukura sağlanan... Bataklıkta çırpına çırpına ağzına dolan çamurla hala onlar için çırpınmaya devam eden Namjoon Hyung vardı. Yüzü gözü morluk içinde...
   Ve... Hiçbir şey bilmeyip sadece ondan bir şeyler gizlendiğini bilen, bunu her bakışında küskünlükle anlatan Kookie...
   Onları düşününce her zaman olduğu gibi kalbi acımadı Tae'nin. Boğazında düğüm düğüm olan bir duygu yoktu. Çünkü o, bir gün her şeyin, on bir gün önceki gibi güzel olacağına inanıyordu.
   Gözlerini açıp ahşap kapıya baktı. İçeri dolan gün ışığı havada uçuşan tozları çıplak bir şekilde gözler önüne seriyordu.
   Kapı aniden açılınca ona birazdan içirilecek çorbanın umuduyla dudaklarını yaladı. Açlık barizdi ve kaçınılamazdı. Her ne kadar bedeli ıslak bir pantolon olsa da...
   Ama çorba kâsesini eli yanmasın diye zorla tutan ve hızlı adımlarla önündeki iskemleye yaklaşan bir koruma yerine, ayakta durup bir süre onu izleyen bir adam girdi içeri. Arkasından gelen günışığı yüzünü karanlıkta bırakıyor. Ceplerine soktuğu eli ve hafifçe yana eğdiği başıyla adam, öylece durup Tae'yi izliyordu.
   Az sonra adamın omzunun sütünden bir korumanın başı göründü. "Efendim Mixan gelmek üzere."
   Adam başını yavaşça yana çevirince Tae, onu gördü. Küçük bir burun, bahsine gerek olmayacak kadar ince dudaklar, çenesine yayılmış siyah, kirli bir sakal... Bu adam... Yoongi Hyung'un sakallı ve birkaç yaş büyük hali gibiydi.
   Tae uyku sersemliğiyle geleceğe ışınlanmış olduğunu düşündü ve Yoongi yaşadığı için sevinirken buldu kendini. Sonra adam Yoongi Hyung'unkine hiç benzemeyen ve benzeyemeyecek aşırı kalın ve buyurgan bir sesle " Gidelim." dedi.
Topuklarının üzerinde döndü ve kapı kapandı.
   Tae gelmeyen çorbasının özlemiyle hafif bir uykuya daldı. Öyle ki, uykuda gördüğü rüyada sakallı ve kalın sesli halinden oldukça memnun on yaş yaşlanmış bir Yoongi Hyung vardı.
   Bileklerinde ani bir hafifleme hissedince uyandı. Soğuk suya girmiş gibi sıçrayarak... İskemlenin arkasına biri geçmişti ve bileklerine sıkıca bağlanmış olan kalın ipleri çözüyordu.
   Elleri serbest kalınca arkasını dönüp onu kurtarana bakmaya çalıştı ama korumanın yüzünü görünce ümitlendiğine pişman oldu. Yine de, onu çözmüşlerdi. Belki gitmesine izin verilecekti.
   Koruma ayaklarındaki ipi de çözdü ve onu kolundan tutarak ayağa kaldırdı. Tae önce yere basmakta ve dengesini bulmakta zorlandıysa da adamın çekiştirişlerine uyum sağlayarak kapıya doğru ilerledi.
   Ağaç evin odaya göre büyük kalan terasına çıkınca gözlerini kıstı çünkü güneş han nehrinin kıyısında bütün ihtişamıyla ışıldıyordu.
   Gözleri ışığa alışınca kenara, korkuluklara iyice yaslanmış iki kişilik bir masa çarptı gözüne. Bir tarafında boş bir sandalye diğer tarafındaysa sırtını ona çevirmiş, han nehrini izleyen Mixan.
   Koruma onu birkaç adım daha atması için çekiştirdi ve Tae adama uydu. Boş sandalye yere sürtününce iki tahtanın arasından çıkan ses Mixan'ın ona bakmasını sağladı. Boş bir bakış, sonra hemen başını tekrar çevirdi.
   Tae sandalyeye oturdu ve çocuğu izlemeye başladı.
Ga Eun gibi zayıftı ama Yoongi Hyung'tan daha iri olduğu kesindi. Belki birkaç santim daha uzundu abisinden. Aynı siyah saçlar üç kardeşin de vazgeçilmezi gibiydi. Parlak, güçlü, yumuşak görünümlü...
   Mixan başını hafifçe öne eğince ense köküne baktı. Bir kolyenin gümüş zinciri ona değen güneş ışığıyla parlıyordu. Tae çocuğun göğsünde bu kolyenin ucunu aradı ama gömleğin içinde kaybolan kolye ucunu göremedi.
   İdoller dışında kolye takan erkek görmeye alışık değildi. Çocuğun ona dönük duran sol kulağına baktı. Küpe ya da küpe için delinmiş bir delik yoktu. Sadece kolye diye geçirdi içinden. Zaten Yoongi Hyung da ilk başta kulağını deldirmeyi reddetmiş, stilistleri biraz uğraştırmıştı.
   Mixan derin bir nefes alıp yavaşça ona döndü. Gülümsedi. " Ben konuya başlamadan önce soracağın bir şey varsa sor."
   Tae hiç tereddüt etmeden " Neden satranç takımını bize getirdin?" dedi.
   Mixan sorunun hızına güldü ve yanındaki korumaya bir el işareti yaptı. Adam köşedeki küçük derin dondurucuya doğru gitti ve içinden iki tane bira çıkardı. Mixan hala gülerek adamı izliyordu. Biralar masaya geldiğinde birini kapıp açtı. Bir yudum içtikten sonra hala bir cevap bekleyen Tae'ye baktı.
   " Benim hamlem size onu getirmekti."
   Tae güldü. " Bunda iyi niyet aramamam gerektiğini biliyordum." Duraksadı. " Mecbur olduğun için yapmışsın."
   Mixan kıkırdadı ve bir yudum daha içti. " İçsene!" dedi sonra, diğer birayı göstererek.
   Tae dışı buharlanmış olan teneke kutuyu parmaklarının arasına aldı ve soğuk birayı yudumladı. Vücudunun ona duyduğu ihtiyaç, bira boğazına dökülürken daha da arttı.
   Mixan ve o birbirlerine baktılar bir süre. Sonra Mixan, " Birazdan yapacağım şeyi mecburiyetten yapmıyorum ama."
   Tae sırıttı. " İyi niyetliyim diyorsun. Ben neden üç gündür o sandalyenin üzerinde tünedim o zaman?"
   Mixan arkasına yaslandı. " Cesaretimi topladım."
   Tae kaşlarını kaldırdı. " Genelde insanların cesarete kötülük yaparken ihtiyaç duyduğunu sanırdım, sen iyilik için cesaret toplamışsın... İlginç." Birayı son damlasına kadar içti ve tenekeyi masaya vurdu.
   Mixan dalgın gözlerle korumaya ikinci bir tane getirmesi için komut verdi. " Bizim gibiler... Benim gibiler... İyiliği ihanet gibi görürler, ihanet için de cesaret gerekir."
   Tae birası gelince elini havaya kaldırdı. İki parmağını, işaret ve orta V şeklini alacak biçimde yukarı doğru uzatmıştı. " İkinci sorum!"
Mixan başını salladı ve bekledi.
   Tae yavaşça " Yoongi Hyung'u dostun olarak mı düşmanın olarak mı görüyorsun?" diye sordu.
   Mixan tereddüt etmeden " Düşman." diye yanıtladı.
   Tae şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. " Bir insan neden abisini..."
   Mixan sözünü kesti ve Tae'nin açmadığı bira şişesine uzandı. " İkimiz de hayatta kalamayız." Duraksadı. " Taht için savaşan veliahtlar gibi düşün." Biradan bir yudum aldı.
   Tae önce çocuğun her an sinirle alev alacakmış gibi parıldayan siyah gözlerine temkinli bir şekilde baktı. " O zaman neden iyilik yapacaksın?"
   Mixan gülümsedi. " Şartlar eşit değilse... Oyunun tadı güzel olmaz." Bekledi ve boğazı biranın acısıyla yandığından gözleri yaşaran, yakışıklılığıyla ün salmış çocuğa baktı. " Aynı zamanda... Zaferin de..."
   Tae gözlerini kısarak " Sen de şart eşitliyorsun." dedi. Mixan onun için getirilen birayı kafasına dikince yutkundu. Bu meretin en büyük özelliği birinciden sonra ikinci için boğazı kurutmasıydı. Başını çevirip tepelerinde dikilen korumaya sinirli bir bakış attı.
   Mixan bu bakışı görmüş olacak ki güldü. " Ona bir tane daha getir. Bana da."
   Kısa bir sessizlik oldu ve bu sessizlik boyunca ikisi de hafiften esen rüzgârla çarşaf gibi dalgalanan, üzerlerine düşen günışığını yutup hafızasına alan nehri izlediler.
   Sonra Tae gergin bir nefes verdi. " Üçüncü sorum." Mixan'ın tepkisine bile bakmadan devam etti. " Bütün bunların arkasında kim var?"
   Mixan ona bakmayan çocuğa bakmaktan vazgeçip nehre döndü. " Bilmiyorum ama tahmin istersen... Teyzemin sevgilisi derim." Tae sormaya vakit bulamadan açıkladı. " Biliyorsun abimin annesi benim teyzem oluyor. Annem ve babam evlenince Daegu'ya kaçıp bir adama sığınmıştı. Abim de orada doğdu." Tae'ye döndüğünde çocuğun yüzündeki şaşkınlıktan zevk aldı. Aile sırlarını ilk defa duyan insanların verdiği genel tepkiler... Tekrar nehre dönüp derin bir nefes aldı. " O adamın abimi kışkırtmak için bütün bunları yaptığını düşünüyorum."
   " Kışkırtması ne işine yarayacak ki?"
Mixan ve o yine birbirlerinin gözlerindeki yanmaya hazır çıraya baktılar. Bu işbirliği sadece stratejik bir şeydi ve ikisi de bunu biliyordu. Karşıdakine ne kadar verileceği oyunun tüm düzenini değiştirebilirdi.
   Mixan sakince omzunu havaya kaldırıp " Bilmiyorum." dedi. " Dedim ya tahmin diye, belki de o adamla alakası bile yoktur."
   Tae'nin kulaklarında Ga Eun'un sesi çınladı. Daegu'da işlenen bir cinayetten bahsetmişti kız. Teyzemin cinayeti demişti.
   Mixan ellerini birbirine vurdu " Senin soruların bittiyse... Ben başlayayım." Gülümsedi. Devirdikleri bira şişeleri masanın üzerini kaplamıştı ve ikisinin de kafası pek de yerinde değildi.
   Tae nehre dalıp gitmişti. Mixan'a bakmadı. " Jimin." Adı duyunca başını o kadar ani çevirdi ki o an Mixan'ın kızarmış gözleri içinin korkuyla kaplanmasına neden oldu. Mixan kızarmış ve yaşarmış gözlerle ona bakıyordu. " Ahu'yla arasında herhangi bir şey olursa... abimin savaşından daha büyük bir savaş başlatırım size karşı."
   " Onların arasında bir şey olmadığına eminim. Olmuşsa da sevgilinde suç bul." Mixan'ın kor halinde yanan gözlerinin içine baktı ve onu daha yakından incelemek ister gibi masanın üzerine eğildi. " Bizim sevgilerimiz tehlikeli, senden değil de toplumdan korkarız. Ayrıca Jimin sonradan bırakıp gideceği bir kıza ümit verip onun canını acıtmak istemez."
   Mixan başını tekrar nehre çevirirken, bakışları nehir kadar dinginleşmişti. " Güzel." Biraz sonra ceketinin içinden büyük bir zarf çıkardı. " Burada... Oyunu eşitlemeniz için ihtiyacınız olan tüm bilgiler yazılı."
   Tae içi kâğıt dolu zarfı eline aldı. Ne kadar bilgisiz ve zor durumda oldukları bu sayfalara zor sığmış bilgilerin çokluğundan anlaşılıyordu. Kör gözle at sürüyorlardı bunca zamandır.
   Tae fısıltıya yakın bir sesle " Son bir şey soracağım." dedi. Mixan yüzünü nehre dönmüştü çoktan. O tepki veremeden " Taht kavgası ediyor olmasaydınız abini severdin değil mi?" diye sordu Tae.
   Mixan kaşlarını kaldırmıştı. Ona döndüğünde daha alevli ama düzenli bir ateş vardı gözlerinde. Kırgın gibiydi sanki. " Beni bırakıp sizi hayatına almamış olsaydı... Bu savaştan bile çekilirdim."
***
   Baekhyun, küçük mermer taşın üzerinde oturmuş kızın geleceği koridora bakıyordu.
   Onu gören stajyerler fısıldaşarak yanından geçtiler. Onun görüş alanına girince eğilerek selam verdiler. Sonra fısıldaşarak uzaklaştılar. Bir sınıftan çıkıp diğer sınıfa giriyorlardı.
   Baek cebinden içinde SİM kartı olmayan telefonunu çıkardı ve ekranı aydınlattı. Saat... Buluşma saatine iki dakika vardı daha.
   Ne yapmasına karar vermeden, hayalet gibi gezinen o, belki de yarım saat öncesinden gelmişti buraya. Mimar kızın ise işi başından aşkındı, patronu döndüğünden beri onunla hiçbir yerde karşılaşmamıştı.
   En sonunda, kız koridorun ucunda görününce Baek heyecanla ayağı fırladı. Kızın saçları dağınık bir şekilde omuzlarına dökülüyordu. Kız ona doğru koştu. Birbirlerine eğilerek selam verdiler.
Birkaç dakika mermerin üzerinde oturup sessiz kaldılar.
   Baek en sonunda " Patronun nasıl?" dedi.
Ha Eun gülümsedi ve başını salladı. " İyi. Biraz korkmuş sadece."
   " Başlıyor muyuz?" Baek ellerini birbirine vurdu.
Kız derin bir nefes aldı ve telefonunu çıkardı. Planları bulup bulundukları yeri yakınlaştırdı sonra Baek daha iyi görebilsin diye ona doğru kaydı.
Kızın saç telleri Baek'in eline değince çocuk yutkundu ve o anlasın diye yavaş yavaş binanın ayrıntılarını anlatan kıza baktı. Vakti değil, diye geçirdi içinden.
   Kulakları kızı yeni yeni duymaya başlamıştı. Kız, sağ taraflarında kalan koridorun diğer katlardaki koridorlardan daha kısa olduğunu söyledi. Aynı zamanda, planda da bu koridor en az üç kat daha uzun görünüyordu.
   Baek dinlemeye devam etti. " Dikkat ettin mi? Bence sen de anlayabilirsin bakarak."
Telefonu çocuğun gözüne yaklaştırdı ve sağ taraftaki koridoru göstermek için başını çevirdi.
Kızın saçları, Baek'in kollarının üzerinde dans ediyordu. Siyah, yumuşak ve güzel kokan saçlar...
Baek, bir kez daha, Vakti değil, diyerek kendini dizginledi.
   Kızın gösterdiği yere baktı. Cidden... Planda koridorun baya ortalarına doğru sağa ve sola açılan iki kapı çizilmişken, gerçekte koridorun sonunda tek bir kapı vardı.
   Baek heyecanla gülümsedi. " Bence kapımız bu."
Ha Eun kaşlarını çattı. " O kapının arkasında bir şey olduğunu sanmıyorum."
   " Nasıl yani?"
   Kız ona bakmıyordu. Telefonundaki planı kurcalıyor, parmaklarıyla çekmiş olduğu fotoğrafı büyültüp küçültüyordu. " Yüksek ihtimal, göstermelik bir kapı... Sonuçta bu gizli oda, gizli olsun diye yapıldı. Bu kadar bariz bir kapı koymazlar orta yere."
   Baek kızın sözlerini başını sallayarak onayladı. " Ama... Yoongi'nin sedyesinin geçebilmesi için normal bir kapı olması lazım."
   Kız ona baktı ve gülümsedi. Bence, koridorun iki yanındaki sınıflardan birinden giriliyor oraya." Parmağıyla, kapıları hemen bulundukları açıklıkta olan sınıfları gösterdi.
   Kendi kendisini onayladı. " Evet evet... Öyle olmalı."
   Baek ilk defa tam anlamıyla olaya bir katkı sağlayabildiği için heyecanını bastıramayıp. " O sınıfların büyük pencereleri var. İçeride birinin olup olmadığına kolayca bakabiliriz."
   Ha Eun onun elini tuttu ve ayağa kaldırdı. "Sen sağa ben sola." Çocuk sağa doğru gitmek üzereyken onu kendine çekti. " Oppa." Sesi endişeli çıkıyordu. " Çok bağırarak konuşuyorsun. Dikkat et biraz." Sonra gülümseyerek başını yana yatırdı. " Tamam mı?"
   Kız elini bırakıp hoplaya zıplaya soldaki sınıfı kontrol etmeye giderken arkasından bakakaldı. Bunca zamandır. Kızlarla göz göze gelmeye bile, skandal haberi çıkar diye, kaçınıyordu.
   Yine başını hızla iki yana sallayarak kendine gelmeye çalıştı. Gerçekten buna vakit yoktu.
   Sekizgen şeklindeki mermer masadan uzaklaşarak az önce girdikleri koridorun sağında kalan başka bir koridora girdi. Burada sekiz tane koridor vardı ve bu durumda, odanın giriş kapısını bulabilmek için üç seçenekleri vardı ve birini elemişlerdi bile.
   Koridorun iki tarafı da belinden başlayan ve tavanda biten bir pencereyle kaplanmıştı. Sol taraftaki onunla alakası olmayan derslikte oturan stajyerleri gördü ve onlar onu fark etmeden işi halletmesi gerektiğini düşündü. Ne var ki çocuklar gözlerini ayırmadan hocayı dinliyorlardı. Bir tanesi bile onu görmemişti.
   Başını sağa çevirdiğinde masaların üstüne çevrilmiş sıralar gördü. Toz içinde kalmış, kullanılmayan bir sınıf. Ve tuhaf bir şekilde sıralar sanki köşelere yığılmıştı... Bunun nedeninin, Yoongi'nin sedyesinin geçmesi için yol açmak olduğu geldi hemen aklına. Kızın dediği gibi, giriş buradandı.
   Kıza bulduğu şeyi söylemek için hızla açıklığa koştu. Kızın yanına vardığında onun istediği gibi fazla bağırmadan gördüklerini anlatmaya başladı.
" Sanırım haklısın oradan giriliyor, sınıf boştu ve sıralar kenara çekilmişti. Bence sedyeyi rahat geçirebilmek için kenara çekmişler." 
   Kız boş bakışlarla ona baktı ve Baek o an kızın çıktığı koridorun başında ayakta duran çocuğu gördü.
   Jonghyun ellerini arkasında birleştirmiş onlara bakıyordu. Baek'in ona baktığını görünce Ha Eun'a gülümsedi. " Bulmuş küpenin tekini."
   Baek kaşlarını çattı ve içinden, ne küpesi diye geçirdi.
   Kız başını çevirip omzunun üstünden Jonghyun'a baktı. " Bulmuş sanırım. Dersini böldüğüm için özür dilerim Oppa."
   Jonghyun kıza başıyla selam verip ikisinin önünde durduğu, Ha Eun'un penceresinden bakmaya çalıştığı sınıfın kapısını açtı. Sonra sanki derse girmeyi hiç istemiyormuş gibi içerde oturup bekleşen çocuklara " Ders bitti!" diye bağırdı.
   Üçü birlikte kapının önünde bekleşirken stajyerler akın halinde sınıftan çıkıp gitti. Jonghyun boşalan sınıftaki müzik defterini alıp tekrar yanlarına geldiğinde Ha Eun'e bakıp " Akşam yemeğini benimle yersin değil mi?" dedi.
   Baekhyun kıza kur yapan çocuğa uzun uzun baktı. Onların sevgili yasağı olmaması ve onunkinin hala devam ediyor olması içine batmıştı.
   Kız, bulmaya çalıştıkları odayı, patronunu mutlu etme isteğini ve diğer her şeyi unutup mest olmuş bir şekilde başını salladı. " Yerim tabi ki."
   Jonghyun sırtını dikleştirdi. " Dışarda yiyelim. Çok güzel bir restoran var bildiğim." Biraz öne doğru eğilip yüzünü kızın yüzüne yaklaştırdı. " Tayland mutfağı seversin değil mi?"
   Kız hızla başını salladı. Jonghyun gülümsedi. " Gidelim o zaman." Elini yavaşça kızın eline uzattı ve küçük el, onun büyük elinin arasında kayboldu.
Kız şimdi hoplaya zıplaya yürümek yerine ağır bir havayla yavaşça yürüyordu. Ve açıkçası, bu görüntü daha güzeldi.
   Onlar gitti ve Baek orada kaldı.
   Jonghyun'un yemekten sonra onu bulacağını biliyordu çünkü söylediklerini duymuş olmalıydı. Ve Baek o zamana kadar ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
***
   Ga Eun'un arabayı durduğunda henüz, nehrin kenarındaki ağaçlığa girmemişlerdi bile.
Sunny başını ön koltuğa doğru uzattı. Neden durduklarını çözmeye çalışıyordu. O an boş arsanın ortasında bir adamın sırtını onlara dönmüş ayakta dikildiğini gördü.
   O kapıyı açmaya çalışınca Ga Eun girdiği şoktan çıkıp kapıları kilitledi. " Onun burada ne işi var?"
Sunny kızın omzunu tuttu. " Aşağı inip öğrenebiliriz."
   " Tehlikeli."
   Sunny dikiz aynasından küçük kuzeninin gergin gözlerine baktı. Bakışları, iki üç metre ötelerinde duran adama odaklanmıştı. " Ga Eun-ah. O senin abin."
   " Bu onun için hiçbir şey ifade etmez."
***
   Aren dolabın kapısı açılınca hafifçe yana kayıp kolunu Jimin'e üzerine doladı. İçinden, daha yarım saat olmadı, diye geçirdi. 
   Yarım saat önce gelen adam şimdi neden? Neden bu kadar erken gelmişti?
   Dolabın dışındaki dünyada birilerinin koşuşturduğunu duyunca gözlerini aralayıp dolabın önünde dikilen adama baktı ama bu Hinoi değildi.
Ağzını siyah bir bezle kapatmış kaşları çatık biriydi bu. Elinde tuttuğu silahın ucundaki susturucuya baktı Aren. Adam korece " Onu buldum." diye bağırdı.
   Silahı beline koyup dolabın içine bir adım attı ve ellerini Jimin'e uzattı. Aren çocuğun yırtık tişörtünü sıkıca tuttu ve adamın gözlerinin içine baktı. Adamın gözlerindeki alev çocuğun başından sızan kanı ve yüzündeki morlukları görünce şefkate dönüştü. " Kurtuldunuz."
   Aren aniden boğazına düğümlenen hisle Jimin'in tişörtünü daha da sıktı. " Hinoi öldü mü?"
   Adam yine o şefkatli sesiyle " Hayır. Burada değil, adamları öldü." dedi.
   Adamın büyük, sıcak eli Aren'ın, Jimin'i korumaya çalışan minik ve üşümüş elinin üzerine kapandı. " Acele etmemiz lazım."
   Aren elini çektiğinde adam Jimin'i sırtından tutup kaldırdı ve kucağına aldı. O an çocukların bileklerini bağlayan zincir gerildi.
    Dolabın önünde başka bir kara maskeli adam durdu. Önce gerilen zincire sonra arkadaşının kollarından sarkan çocuğa baktı. Ardından da dolabın içinde yatan Aren'a. " Bu kim?"
   Jimin'i tutan kaşlarını çatmıştı. " Diğeri işte."
Adam " İki kişi değil!" diye bağırdı. " Bize sadece bir kişi dediler."
   O an Aren dolabın tam karşısındaki kapının dışında yerde yatan Nathan'ı gördü. Silahlı bir adam dizlerinin üzerine çöküp elini çocuğun boynuna dayadı ve nabzını ölçtü. " Yaşıyor!" diye bağırdı.
   Sonradan gelen sinirli adam dolabın içine girip yakasına yapışınca Aren gözlerini sımsıkı kapadı. " Zincirin anahtarı nerde!"
   " Bilmiyorum." Adam aniden onu sarsınca dişleri birbirine çarptı.
   Jimin'i kucaklayan sakince " Dayak yemiş işte nerden bilsin anahtarın yerini!" dedi.
   Adam yakasını bırakınca başı dolabın zeminine çarptı. Gözlerini açmaya korkuyordu. " Testere bulalım."
   " Ona vakit mi var!"
   " Ne yapacaksın! Hinoi'nin oyuncağını kaçırırsan iş büyür!"
   " Bilmiyorum götürelim işte çocuğu! Kendi oğlunun yerine koy!"
   " Benim oğlum ibne değil! Olamaz da!"
   Aren son sözcük kulağına değdiği anda düşmeye başladı. Arjantin'in açık gökyüzünden Japonya'nın yağmurlu göğüne doğru... Sonra sırtı sert toprağa çarptı. Gözünün ucundan kulağına doğru akan yaşla ısındı yüzü. Hiçbiri ev değil, diye düşündü.
   Sonra tekrar uçtuğunu hissetti. Bedeninin sağ kısmı sert bir bedene yaslanmıştı. Son bir kez ocakta pişen çayın kokusunu aldı.
   Özgürüm, diye düşündü. Artık özgürdü...
***
   " Bunun açıklamasını kendine nasıl yapıyorsun."
Chul yerde oturmuş çakmağının ucundan çıkan minik aleve bakıyordu.
    Çakmak çınlayıp oda tekrar karanlığa gömülünce Jungkook "Kolayca." dedi.
    Çakmak tekrar yanınca ikisi birbirlerinin yüzüne baktı. " Bana da söyler misin bu açıklamayı peki?"
" Ben cahilim." Kookie sırıttı ve Chul bu sırıtıştan korktuğu için alevi tekrar söndürdü. " Ben çok cahilim ama Namjoon Hyung da cahil."
    Kookie Chul'un bir cevap vermesini ya da çakmağı yakmasını bekledi ama çocuk ikisini de yapmadı.
" Benim kadar olmasa da..." Yine bekledi. Yine bir şey olmadı. " Burada kalarak... Cahil kalmaya devam edecekti."
   Chul aniden çakmağı çakıp elini yere indirdi ve mumun ucundaki ipi tutuşturdu. Dişlerini sıktığı için çenesi gerilmişti ve mumun ucunda titreşen alev gözlerinde parıldıyordu.
   " Sen de dışarıdayken daha kolay ve rahat bilgi toplayacağını düşündün." Kookie başını salladı çünkü artık birbirlerini görebiliyorlardı. Ama Chul ona bakmıyordu. " Öyle mi?" diye sordu gergin bir tavırla.
   " Evet."
   " Jungkook ben sinirimi kontrol edemem. Seni dövmeden odamdan çıkar mısın?"
   " Hayır."
   " Dayak yemek mi istiyorsun?"
   " Bence mantıklı bir neden... Taehyung Hyung'un da bu yüzden kaçtığına eminim."
   " Bence mantıksızlığın son noktası!" Yumruklarını havaya kaldırdı. " Siz birlikte değilken nasıl birbirinizden haber alacaksınız ki!"
   Bir anda odanın içinde nerden geldiği belli olmayan bir ses " Araya girmek istemiyorum ama..." dedi. " Jungkook haklı."
   İkisi de gözleri fal taşı gibi açıp birbirlerine baktılar. Chul sanki böyle şeylerle önceden uğraşmış gibi muma yaklaşıp " İn misin cin misin?" diye bağırdı.
   " Hayır, doğaüstü bir şey değil. Tamamen teknoloji."
   Chul böyle rahat davranırken Kookie hiçbir sinir hücresine söz geçiremez gibiydi. Kaskatı kesilmişti. " Yugyeom?"
   " Oh! Tanıdın." Ses gülmeye başlayınca Chul Kookie'ye baktı. Korkusu hala geçmemişti.
   " Nasıl oluyor bu?"
   " Sinek... Bir robot... Şu an omzundayım. Görüntüyü ve sesi bana getiriyor ve ben de istersem sesimi gönderebiliyorum." Jungkook yavaşça sağ omzuna bakınca " Hayır soldayım." dedi.
   " Kaç gündür izliyorsun beni?"
   " Namjoon Hyung olayın olduğu gün arkadaşından almamızı söyledi sinekleri. Ama biraz sorun çıktı geç ulaştık robota. Ama beş altı gün oldu."
   " Her şeyimi izlediniz mi?"
   " Ve dinledik... Evet. Nereye gidip ne yaptığını Namjoon Hyung'a anlatıyoruz ve tabi ki ona bazı şeyleri bulmasında yardımcı oluyoruz."
   " Neden ilk başta söylemedin?"
   " Yasaktı." Yugyeom güldü. " Aslında şu an yurtta kimse yok yoksa yine müdahale edemezdim."
   " Haklıyım değil mi?" Kookie bunu söylerken Chul'un gözlerinin içine bakıp sırıtmıştı.
   " Haklısın ama yine de tehlikeli bir karar. Eğer işler yoluna girmezse Namjoon Hyung grupta olmayacak. Altı kişi devam etme kararı nasıl gözünü korkutmadı anlamadım."
   Jungkook aleve baktı. " Beş." dedi. Tae gitmişti. " Hatta dört." Yoongi Hyung'un yaşayıp yaşamayacağı belli değildi. " Hatta üç." Jimin'in nerede olduğu da muammaydı. Sonra gülümsedi ve " Ama bence hep birlikte olacağız. Her şey güzel sonuçlanacak ve hep birlikte kalacağız."
   Chul hafifçe öne doğru eğildi ve onun bakışlarını çekmeye çalıştı. " Bence de öyle olacak dostum. Ama yine de onu bu şekilde kırmamalıydın."
   Jungkook omzundaki sineği eline alıp yere, halının üzerinde güvenli bir yere koyduktan sonra hafifçe öne eğildi ve muma üfledi.
   " Sen nasıl sürekli bu çakmağı yakıp korkunla yüzleşiyorsan ben de Namjoon Hyung'un nefretiyle yüzleşmek istedim." Bekledi. " Ama ondan özür dileyip neden yaptığımı anlatacağım elbette."
***
8 Ocak 2016
   Sahnenin altında belki de onuncu şarkıyı söylemek üzere hazırlıklar devam ediyordu. Hepsi ayaktaydı. Kıyafetlerinin altından uzanan mikrofon kabloları terli sırtlarına yapışmıştı.
   Her birinin başında birer makyöz duruyor ellerindeki kartonları yelpaze gibi sallayıp bir yandan da terden akan makyajlarını yüzlerine oturtmaya çalışıyorlardı.
   Daha fazla ayakta durmak istemedi. Zaten binlerce ekipmanın, üzeri örtülü kutunun, sandığın ve büyük hoparlörlerin arasında duruyorlardı. Bir iki adım geri atıp onlardan birinin üzerine oturdu ve gözlerini kapatıp sakinleşmeye çalıştı.
   Midesinden yükselen safrayı hissedebiliyordu. Eline tutuşturulan suyun kapağını açarken birin bağırdığını duydu.
   Makyöz ablanın zaten şaşkınlıkla işlevinden vazgeçen elini tuttu ve ne olduğuna bakmaya çalıştı.
Güvenlik görevlilerden biri yere oturmuş öğüren Tae'nin sırtını sıvazlıyordu. Diğerleri de başına toplanmıştı ama adam onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
   Tae kusması bittikten sonra biraz daha yerde oturdu. Makyöz abla ve güvenlik ağzını yüzünü siliyor bir yandan da su içirmeye çalışıyorlardı.
Yoongi'nin makyözü elini çocuğun elinden kurtarıp yüzüne pudra sürmeye devam etti.
   Tae aniden ona uzanan kolları ittirip başını yere eğdi ve öksürmeye kaldığı yerden devam etti.
Menajer Hyung ona yaklaştı bir yandan Namjoon'la bir şeyler tartışıyordu. " Hastaneye götürelim." diye bağırdı Namjoon.
   " En azından konserin sonuna kadar..."
   Yoongi yüzüne pamuk sürten ablanın kolunu hızla ittirip ayağa fırladı. " Sahnenin ortasına da kusarsa görürsün!"
   Onlar bağrışırken, ki menajer Hyung da onu hastane fikrinin mantıklı olduğunu biliyordu ama yine de hemen böyle büyük bir karar vermek istememişti, Tae yanındaki insanlara tutunarak ayağa kalktı. " Dayanırım ben. Sıkıntı yok."
   Yoongi çocuğun gözlerinin içine baktı. Gözleri kızarmış, yüzü yorgunluktan solmuştu. Zorla ayakta durması bir yana zorla nefes alıyordu resmen.
   Menajer onun omzuna vurdu ve çocuğun yüzünü ellerinin arasına aldı. " Son iki şarkı kaldı zaten. Sen bir köşede dur." Sonra arkasını dönüp orada olan herkese " Dans etmenize gerek yok, slow şarkılar zaten. Selamlama yapın sadece."
   Tae'nin hastalıklı görünümü biraz makyajla giderildi ve ayaklarının altındaki kapak yavaş yavaş sahneye yükseldi.
   Karanlığı aydınlatan binlerce beyaz lightstick...
   Yoongi sahnenin sol kanadına doğru yürümeye ve hayranlara el sallamaya başladı. Hepsinin yüzü gülüyordu, ellerindeki karton pankartları sallıyor, yakında olanlar sahneye, onların hoşuna gidebilecek hediyeler, pelüş oyuncaklar, keçeden yapılmış çiçekler, atıyorlardı.
   Sahnenin kenarına yaklaşıp yere çömeldi ve tam önünde duran hayranların yüzlerini izledi. Onu görmelerinin verdiği mutluluktan deliye dönmüşlerdi. Bir yandan şarkıya eşlik ediyor bir yandan ağlayarak ona bakıyorlardı.
   Gülümsedi. Kalabalığın içindeki birine uzunca süre baktı. Saçları... Yüzü... Ga Eun'a o kadar benziyordu ki benzerlik Yoongi'nin kafasını karıştırdı.
   Ben Japonya'dayım, diye geçirdi içinden. Ga Eun burada olamaz.
   Ayağa kalkmak için ellerini dizlerine bastırdı. Ayaklandığında dönüp tekrar kıza bakmaya çalıştı ama kız artık orada durmuyordu. Aynı mor kazaklı kız, yüzü başka bir kıza dönüşmüş bir şekilde elindeki lightstick'i sallıyordu.
   Sıra ona geldiği için sahnenin ortalarına doğru ilerledi ve ağzına yükselenleri geri göndermek için çabaladı.
   Hasta olsalar bile... Devam etmelilerdi. Kötü yorum almaktan korkmuyorlardı çünkü onları sevmeyenler her şekilde sevmemeye ve konuşmaya devam ederdi. Sadece...
   Kalabalığın içinde onları yakından görebildiği için mutluluk sarhoşu olan, şarkıları sayesinde yaşadıkları tüm kötü şeyleri silip hayata güzel bakmaya, onlarla başlayan hayranlarını düşündü.
   Eğer ben hasta oldum diye bu sahneye çıkmasaydım ne kadar üzülürlerdi, diye geçirdi içinden. Beni göremedikleri için...
***
   Konser bittiğinde herkes otele döndü ama Menajer Hyung onu ve Tae'yi başka bir arabaya bindirip hastaneye götürdü.
   Şimdi Tae yanındaki sedyede yüzü ona dönük bir şekilde uyuyordu.
   İkisinin koluna da birer serum takılmıştı.
   Menajer Hyung onun yatağının ayakucundaki koltuğa oturmuş, kafasını pencerenin çıkıntısına dayamış uyukluyordu.
   O da yorgun, diye düşündü. Herkes üstüne düşeni yapıyordu. Bazısının daha çok yorulması bir başkasının suçu değildi.
   Damarına sızan ilaca daha fazla karşı koyamadı ve vücudunun rahatladığını hissetti. Rahatlatıcı bir ele geçirilmişlik hissi. Kontrolsüzlük...
   Gözlerini kapatıp beyaz yıldızların konser salonunu dolduruşunu hayal etti. Ahenkle bir sağa, bir sola sallanıyorlardı. Kulağına gelen mutluluk haykırışları ve melodiler... Hiç bitmeyen bir konser vermek isterdi.
   Kapı yavaşça açılınca gözlerini araladı.
   Namjoon'un siyah şapkasını ve köşesinden sarkan minik, metal halkayı görünce hala rüyada olduğunu sandı. Çocuk paltosunu çıkarmadan yatağa yaklaştı ve Tae'nin üstüne eğildi.
   Çocuğun alnına düşen saçları kaldırıp elini Tae'nin terli alnına bastırdı.
   " Ateşi düşmemiş." Sonra ona döndü. Tae'nin alnından çektiği elini Yoongi'nin alnına götürdü ama Yoongi onun bileğini tuttu.
   " Ben onun kadar kötü değilim." Namjoon güldü ve elini çekti. Yoongi biraz kenara kayıp onun oturması için yer açtı. " Niye geldin ki?"
   Namjoon önce biraz oturup Tae'yi inceledi. Çocuğun yüzünde ve boynunda yer edinmiş ter damlalarına baktı. Kaşları canı acıyor gibi çatılmıştı ama uykusu derin ve huzurlu gibi görünüyordu.
   Yoongi de onunla birlikte biraz küçük kardeşinin üzerinde dolaştırdı gözlerini sonra sorusunu tekrarlamak ister gibi ağzını açtı ama Namjoon ona fırsat vermeden " PD-nimle konuştum..." Ona hiç bakmıyordu, gözleri Tae'ye kilitlenmişti. " Önümüzdeki iki konseri iptal etmenin daha iyi olacağını düşündük."
   " Ne!" Yoongi'nin bağırtısı Tae'nin ve pencerenin önündeki koltukta ağzı açık bir şekilde uyuyan menajerin kıpırdanmasına neden oldu ama ikisi de uyanmadı ama Namjoon yine de başını çevirip ona bakmadı.
   Konuşmaya devam etti. " Biletlerin parasını da iade edeceğiz."
   " Ama iyileştikten sonra tekrar gelebili..." Namjoon başını çevirip gülümseyince sustu.
   Çocuk oldukça sakin bir şekilde " Başka zamanımız yok. Onu telafi etmeye çalışsak diğer programlar aksar."
   " Ama..." Namjoon elini aniden alnına uzatınca hareket etmekte zorlandığını hissetti. Yüzü kızarmıştı hatta ter içinde kalmıştı.
   Çocuk avcunu alnına değirince yüzünün asıldığını gördü. " İyiyim demiştin. Ateşin Tae'ninkinden daha yüksek."
   " İlan ettiniz mi?"
   Namjoon telefonuna baktı. " Evet on dakika önce tweet atmışlar."
   " Lanet olsun."
   Namjoon'un gözlerindeki yorgunluğa sinirli gözlerle baktı. " Eminim sen sahnede bayılsaydın hayranlar daha çok üzülürlerdi, Hyung." dedi.
   Ayağa kalktı ve Tae'nin her kıpırdandığında biraz daha yere doğru kayan pikesini çocuğun üzerine örttü. Sonra elini, kusmaktan halsiz düşen çocuğun terden ıslanmış saçlarının arasında gezdirdi. " Yarın Kore'ye dönüyoruz. Kafana takma ve rahatına bak."
   O odadan çıktıktan sonra, Yoongi başını çevirip Tae'ye baktı. " Eğer sadece ben olsaydım asla göz yummazdım buna ama sen de söz konususun."
   Çocuğun huzurla kapadığı göz kapaklarına baktı. Onun başına bir şey gelmesi isteyeceği son şeydi.
***
10 Ocak 2016
   " Hyung?" Beş dakika sonra... " Kalkmıyor musun?" Beş dakika daha sonra... " Hyung!"
   Tae'nin odanın kapısında başka biriyle konuştuğunu duyunca hafifçe gözlerini araladı.        
   Pencerenin önüne düşen kar taneleri vardı. Beyaz...
Donmuş cama, camın önüne dizili duran fotoğraflara baktı. Ailem, diye geçirdi içinden. Üç kişilik, sıcak ve samimi... Sahte ailem...
   Başka bir sesin " Tren saat kaçta ki?" dediğini duydu. Pek de umursamıyor gibiydi.
   Tae aceleci bir tavırla tekrar odaya girdi ve yatağa yaklaşırken  " Bir buçuk saat sonra!" diye bağırdı.
Sinirli olduğu her halinden belliydi ama Yoongi'yi uyandırmaya çalışırken kedi gibi oldu. Nazlanır gibi uzatarak " Hyung." dedi. Eliyle yorgana vuruyordu ama Yoongi'nin aniden ona kızmasından korkar gibi yavaşça.
   Yoongi en sonunda " Ben gelmiyorum." dedi. Yavaş bir sesle.
   Konserler iptal edildiği için oluşan boşluğa üç dört günlük bir aile ziyareti koyulmuştu ve bugün bütün üyeler, ailelerinin yanına gidiyordu.
   " Ama... Bilet almadın mı?"
   " Aldım."
   " Ama yanar!" Tae dehşete kapılmıştı. " Hyung! Bir yerin mi ağrıyor yoksa?"
   " Yansın. Hayır, iyiyim."
   " Ne oldu o zaman?" Çocuğun dizlerinin üzerine çöküp yorgana abandığını hissedebiliyordu. Yoongi uyandığına göre ondan korkma gereksinimi duymuyordu belli ki.
   Yoongi çocuğa bağırıp onu kaçırmayı düşündü ama çocuk kollarını ve yüzünü onun üzerine koymuş onu hafif hafif, çevirip rulo yapmak ister gibi sallıyordu. Bu kadar sevimli bir yaratığa bağıramam, diye düşündü.
   " Bir şey olmadı."
   " Onları özlemedin mi?"
   Tae'nin ailesi Daegu'nun tamamen ayrı bir köşesinde yaşıyordu ama babaannesinin evi, Yoongi'nin ölen annesinin çiftliğine ve dolayısıyla sahte ailesinin yeniden dekore edilmiş derme çatma müştemilatına yakındı.
   Yoongi çocuğun onu sallamasına izin veriyordu çünkü onun sevgisine ihtiyacı olduğunu fark etmişti.  " Özledim."
   " O zaman neden gitmiyorsun? Sorun ne?"
   " Gelme." diyen bir ses duydu, belleğinin gerilerinde saklanmış bir sesti bu. " Biz seni korumak için elimizden gelen her şeyi yaptık ama sen göz önünde olmayı seçtin." Sonra sert ama acıtmayan bir tokat... Sanki gurur incitmek için inmiş gibi sağ yanağında şaklayan. " Bizi tehlikeye atma. Gelme."
   " Burada işlerim var." Duraksadı ve Tae'nin yaramaz ittirişlerinin yavaşlamasını bekledi. " Tam konsantre olmuşken kafamı dağıtamam."
   " Ama ailen işlerden daha önemli!" Tae'nin çatılmış kaşlarını sesindeki sert tondan hissetmişti. O, ailesine o kadar bağlıydı ki, hiçbir şeyi onların önüne koyamazdı. Ne var ki her aileyi, kendi ailesi gibi sanıyordu.
    Gerçek olsalardı gitmek isterdim elbette, demek istedi ona. Ama diyemezdi. Gerçek olanların yanına ise, asla gidemezdi.
***
12 Temmuz 2014
   " Hyung." Beş dakika sonra..." Hyung!"
   Karanlıkta söylenen sözler bir fısıltı şeklinde ranzanın üst katında yatan çocuğun dudaklarından dökülüyordu. Yoongi gözlerini açmadan önce çocuğun başını aşağı sarkıtmış onu izlediğini tahmin etti.
   Açtığında ise, tam hayal ettiği gibi, Tae'nin kafasını bir yarasa gibi ters bir şekilde havada gördü. Gülümsediğinde çocuk da gülümsedi.
   " Uyumamıştın değil mi?"
   " Uyumamıştım. Noldu?"
   " Şey... Dün Jimin'in yanına yatmaya çalıştım ama izin vermedi."
   Yoongi kaşlarını çattı. " Sahi, niye sürekli başkalarının yatağında uyuyorsun sen?"
   Tae dudaklarını yaladı. " Kâbus görüyorum."
   Yoongi önce gözlerini odanın içinde gezdirdi. Gerçekten de çocuk sabahları başkalarının yatağında uyanıyordu hep ama ilk defa onu uyandırmıştı çünkü Jimin iyi niyetinden ya yana kayıyor ya da yatağını tamamen Tae'ye bırakıp Tae'nin yatağına tırmanıyordu.
   Yoongi kendince Tae'nin sürekli kâbus görmesini, pencere kenarında ve üst ranzada yatmasına bağladı bir anlığına. Yüksek ihtimalle havada uçuyor gibi hissediyordu çocuk... Aşağı düşmekten korktuğu için sürekli kötü rüyalar görüyordu.
   " Yanıma mı yatmak istiyorsun?" Tae hızla kafasını salladı ve teklifinin kabulü için abisine büyük bir gülümseme sundu. " Tamam in bakalım."
   Çocuğun yatması için sırtını duvara yaklaştırdı. Tae yastığını onunkinin yanına attı ve yüz üstü uzandı.
   Hala Yoongi'nin gözlerinin içine bakıp gülümsüyordu. " Uyusana. Bana mı bakacaksın bütün gece."
   " Bir şey sorabilir miyim Hyung?"
   " Sor hadi." Yoongi Tae'yle doğru dürüst yakınlaşmadığını o an fark etmişti. Yani yakınlardı ama hiç bu kadar... Dip dibe ve yalnız başlarına kalmamışlardı.
   Tae çekingen bir şekilde " Bugün neden ağlıyordun?"
   Yoongi sorunun aniliğiyle ne yapacağını şaşırdı. Tae'nin en sevdiği yemeği falan sormasını bekliyordu çünkü. Bu, gecenin bir yarısı utana sıkıla sorulan bir soru için absürt olsa da Tae zaten tuhaf bir çocuktu.
   Neden ağlıyordum? Diye sordu kendine.
   O günkü konser için Daegu'dan, Busan'dan, İlsan'dan, Gwangju'dan... Herkesin ailesi gelmişti. Anneleri, babaları, kardeşleri... Herkes birbirleriyle tanışmış, babalar babaların, anneler annelerin telefon numaralarını almıştı.
   Ama Yoongi'nin sahte ailesi ortada yoktu. Çünkü korkuyorlardı. Hayallerini gerçekleştirme cesaretinde bulunduğu için onu suçluyor, ona kızıyorlardı.
   Yoongi birbirleriyle kaynaşan, fotoğraf çekinen kardeşlerin arasında Ga Eun'u, Mixan'ı ve Ri Ahn'ı hayal etmek istememişti. Hatta Hobie'nin ablasının yanında oturup eteğini çekiştiren güzel ablasını... 
   Onlar orada yokken kendi kardeşlerini hiç gelemeyecekleri bir yere yerleştirmek ve o hayali tabloya gülümsemek istememişti.
   Bu yüzden tuvalete gitmiş ve orada ağlamıştı.
   Çünkü hayal etmek, can yakıyordu. İmkânsızı istemek, can yakıyordu. Umut bile edemeyeceği bir şeye tutunup mutlu olmak, onu daha da mutsuz ederdi.
   Tae onun gözlerinde biriken yaşları görünce, Yoongi farkına bile varmadan, parmağını onun kirpiğine yapışmış, düşmeye hazırlanan bir damlaya değirdi.
   Yoongi gözlerini kırpıştırdı ve parmağının ucundaki damlaya büyülenmiş gibi bakan çocuğu inceledi. " Ailem... Gelmediği için ağladım."
   Kısa bir sessizlik oldu ve bu sessizlikte Yoongi ağladı ve Tae sanki hiç ağlamayacakmış gibi sert duran abisinin ağlayışını izledi.
   Sonra Yoongi çocuğun yumuşak sesini kulaklarında hissetti. " Ailen burada, Hyung. Biz yeni aileniz."
   Gözlerini çocuğun gözlerine diktiğinde Tae'nin de gülümseyen yüzünde yavaş yavaş çenesine doğru kayan damlalar olduğunu gördü.

TONY MONTANAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin