Deniz mi yoksa gökyüzü mü dediklerinde düşünmeden deniz derdim. Çünkü gökyüzüm vardı. Beni her daim koruyan, mutsuzsam güneş açan, güneşten yanıyorsam bulutlar döşeyen bir gökyüzüm vardı. Ne olursa olsun başımdan asla gitmeyen ve gitmeyecek olan bir gökyüzüm vardı. Ama şimdi, durum farklı. Denizi seyrediyorum şu an. Marmara Denizi'nin güzelliği gözlerimin önünde. Kokusu beynimin en derinlerine işliyor sanki. Gökyüzüm neredesin? Yukarıda gördüğüm mavi, senin kadar anlamlı değil artık. Korumuyor da beni. Üşüyorum. Hani güneş? Sen sarılsan böyle mi olurdu?
Ey İstanbul! Duy sesimi! Duy sessiz çığlıklarımı, acılarımı! Gökyüzümü aldın benden. Peki, neden hala anlamlısın benim için? Anılarımı içinde barındırdığın için mi? Hayallerimin tamamının sende kurulu olmasından dolayı mı? Ya da... Gökyüzümü geri verirsin diye bir umut çaresizce beklediğim için mi? Hem acılarım, hem geçmişim hem de geleceğimsin İstanbul! İnsan, hayatından vazgeçebilir mi hiç? Hayatımın tamamısın İstanbul.
Üşüyordum. Hem gökyüzünde güneşe dair bir şey yoktu hem de rüzgâr içimdekileri İstanbul'a anlatmak ister gibi hırçınca esiyordu. Sanki benim acılarımı anlatırken hissettiği hüznü tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Dalgalar, İstanbul'a tepki gösterir gibi acımasız kayalara vuruyordu. İlerde denizi seyreden küçük çocuğa kaydı bakışlarım. Sarı, kıvırcık saçları lacivert beresinden gözüküyordu. Annesinin elini tutan eli rüzgardan kıpkırmızı olmuştu; tıpkı minik, fındık burnu gibi. Gözleri beresine uyumlu olarak lacivertti. Derindi göz rengi. Daha küçücük bir çocukken ne kadar da çekici bakıyordu öyle. Annesi gidelim diyordu. Fakat çocuk gözlerini kırpmadan denizi seyrediyor, annesini duymuyordu bile.
Yeniden denize çevirdim gözlerimi. Dalgalar dinmeye başlamıştı sanki. İçimdeki acılarımı susturduğum gibi, deniz de dalgalarını geriye çekmeye başlamıştı artık. Küçük çocuk, neden havanın bir anda bozduğunu düşünüyordu belki de. Parka gidecekti ve rüzgar yüzünden hayal kırıklığı yaşamanın verdiği o hüznü düşünüyordu galiba. Üzüldüm. Hayatın acı gerçeklerini daha ufacıkken tatması canımı sıkmıştı. Hayat buydu. İki dakika sonra her şey değişebilirdi. O bir sahneydi ve bizde içindeki oyuncak kuklalar. Bizi yöneten, iplerimizi çeken de beklentilerimiz, acılarımız ve hüzünlerimizdi. Mutlu görüntüsü veriyorduk. Tıpkı bir palyaço gibi. Kaçımız mutluyduk sahi? İzleyiciler mutlu olsun, iki dakika da olsa acılarını unutsun diye tutulmuş birkaç figürandan ibarettik. Gülüşlerimiz hep bir sahtelik içeriyordu. Artık maske haline getirdiğimiz gülüşlerin arkasında yaşanmışlıkların yükü yatıyordu. Yaşanmışlıklarımız ağırdı. Fazlasıyla ağırdı vesselam.
Şu an gökyüzümün gözlerini izlemek varken ben denizi seyrediyorum. İstanbul'un denizini. Gökyüzümü aldı benden. Denizimi de alırsa ne yaparım ben? Zaten bir yanım eksik. Denizi de alırsa ne kalır benden geriye? Tüm maviliklerini alırsa ne kalır? Sonsuzluğum dediğim iki mavim olmadan nasıl nefes alırım?
Düşüncelerimi zihnimdeki kutulara sıkıştırıp ayağa kalktım. Küçük çocuğu annesi zor da olsa götürmüştü. Kolumdaki saate bakıp derin bir nefes aldım. Denizin binlerce ton barındıran maviliğine son kez bakıp bankın üzerindeki deri montumu üzerime geçirdim. Üşüdüğüm halde giymemiştim. Benim fırtınamdı o. Bana nüfus eden fırtınam.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
S'Onsuz Mavi
Ficțiune adolescențiSonsuzluğu simgeleyen mavinin, en güzel tonlarının yüreklerimizde yer tutmuş iki türü vardır. Gökyüzü ve Deniz. ~ Peki, iki maviliğimi alırsan benden ne kalır geriye? Ey İstanbul! Mavilerimi alma benden, olur mu?