İnsan hep sığınacak bir ağaç gölgesi ister zor zamanlarında. Ağlayacak bir omuz, derdini anlayacak, onu dinleyecek bir dost...
Peki benim var mıydı? Yalan söyleyemem. Evet. Şimdi siz ya anne babasıdır, ya da bir arkadaşı diyeceksiniz. Ama değildi. Benim bir dostum vardı, tek dostum, vazgeçilmezim, o da dedem...
Anneniz başınızda beklemiştir sizin hastalanınca. Şimdi de yapan vardır ama küçüklükten bahsediyorum. Benim beklemedi. Yani annem. Beklediği zamanlarda da pek etkisi olmadı. Ben annemi hiçbir zaman anne, babamı da baba olarak göremedim. Benim tek ailem vardı, dedem. Kız çocukları babasına aşık derler. Ama ben ilk defa dedeme aşık oldum.
Hastalanınca sabahlara kadar gözünü kırpmadan başımda beklerdi dedem. Ağladığım zaman derdimi anlatırdım. Ne olursa olsun beni avuturdu. Bir an bile olsun yüzümü asık bırakmazdı yanındayken. Mutluluğun yaşayan örneğiydi. Sadece bana değil. Tanıdığı tanımadığı, karşılaştığı her çocuğa karşı öyleydi.
Ama gitti, ben daha büyüyememişken. Ve onun ardından bir damla gözyaşı dökmedim. Sevmediğimden değil tabii ki. En çok onu ben severdim kuşkusuz. Ama belli etmedim. Acım hep içimde kaldı. Zorladım kendimi ağlayabilmek için. Çünkü içinde tutmak o kadar zor ki. Anlatamam.
En çok sizin canınız yanıyor ama kimse anlamıyor. Herkesin gözü yaşlı. Sanıyorlar ki siz duygusuzsunuz, ya da sevmiyordunuz. Hem de onca yaptıklarına karşın. Siz nankör olarak tabir ediliyorsunuz. Bir şey söyleyemiyorsunuz çünkü gerçekten anlamayacaklar. Bu kadar basit. Siz ne yaşamışsınız, kim bilir ki? Asıl olayın içinde olan siz, yıkılan siz, sahip olduğu tek şeyi kaybeden siz, ama vefalı olan onlar...
Dedemin öldüğünü anca iki yıl sonra kabullendim. Yakınını kaybeden bilir. Hep bir yerden çıkıp gelecekmiş gibi... Evine gidersiniz, ordaymış gibi. Her yerde ondan bir parça, çünkü kabullenemediniz.
O benim gerçek babamdı. Şunu söyleyebilirim ki, ne annemin ne babamın ölümüne bu kadar üzülmem. Hatta hiç üzülmem. Parayla kim mutlu olur ki?
Ben olmuyorum. Üzerimde hiçbir hakları yokken, birbirimize yabancıyken, bir bağımız yokken, yalnızca benim maddi ihtiyaçlarımı sağlıyorlarken, neden yabancı olduğum birinin ölümüne üzüleyim ki? Saçma değil mi?
Ben onun sevgisini de gömdüm mezarına. Kimseye bahsetmedim. Herkes beni ruhsuz, duygusuz olarak bildi. Benim çocukluğum da onla öldü. Laf olsun diye söylemiyorum. Ondan sonra büyüdüm. Uzun süre ciddi anlamda gülmeyi bile unuttum.
O zamanlar en yakın arkadaşım, sıra arkadaşım Büşra'ydı. Zaten ondan başka da kimse yoktu. Annesini tanırdım, severdim. Evlerine defalarca gittim. Defalarca onlarda kaldım. Beni bilirdi. Ama yaşadıklarımı o da görmedi.
Dedem öldükten sonra kaldığımız yerden taşındık. Çocukluğumun geçtiği o gecekondu mahallesi benimle birlikte yıkıldı. Başka okula gittim. Başka bir semte. Soğuk bir semte, hiç alışık olmadığım. Hem de bir başıma...
Şimdi 11. sınıftayım. Dedem gittiğinde de 5'teydim. Geçen yine yolumuz düştü o gecekondu semtine. Her köşesinde bir hatıra. Gördüğüm her yüz tanıdık. Eski okulumun karşısındaki mezarlıkta dedemin mezarı...
Sonra Büşra'nın annesini gördük. Annem gidip konuştu. Arabadaydım. İnmeye bile tenezzül etmedim. Çünkü eskilerden her şey canımı yakıyor, her şey içimi kanatıyor.
Kulaklığımı takıp daha da çok sindim oturduğum koltuğa. Ama gelip kapıyı açtı o. İndim. Sarıldım, yüzümde her zamanki umursamaz gülümsemem vardı ama, canım gerçekten çok yandı. Hele de o yüzünde oluşan buruk gülümsemeden sonra bana 'duvar' deyişi... "Hiç değişmemişsin, hâlâ duvar gibisin." dedi. Bir şey diyemedim. Sadece güldüm.
Tekrar arabaya binip taktım kulaklığı. Sonrası umarsızca annemi beklemekle geçti...