4. Bölüm

17 1 4
                                    





$$$$$$$$$#############$$$$$#####

     Vakit yine gece yarısıydı. Sakallı, kaçırılan kızın evindeydi. Kızın babasının yaralarıyla  meşgul oluyordu.

      İyi adamdı kızın babası. Adı İbrahimdi. Garip adamdı. Buralarda kimi kimsesi yoktu. Yedi sekiz sene olmuştu buralara göç edeli. Elindeki parayla biraz tarla alabilmişti, bir de ev yapmıştı kendine, o kadar. Başka bir şeyi yoktu. Geçinip gidiyordu.

       Kasığının az üstünden yemişti kurşunu. Bereket hayati bir noktaya isabet etmemişti. Sakallı, su kaynattırdı, belinden bıçağını çekip biraz ısıttı ateşte. Kurşunu çıkarttı bıçağıyla. Sıcak suyla temizledi yarayı. Bir kurşunda omzunda vardı. Onu da aynı şekilde silip temizledi. Ancak yaralı, azar azarda olsa kan kaybediyordu. Bu gidişle hayatı tehlikeye girebilirdi. Bir çare gerekti.

      -Sakın kımıldayayım deme amca. Ben, birkaç saate kadar gelirim inşallah.

      Sonra kadına döndü.

       -Sakın ha teyze. Şu falan vereyim demeyin. Ağlasa da, bağırsa da vermeyin su... Ben gelene kadar dokunmayın... Yalnız, akan kanı sıcak suyla ıslatılmış bezle silin ara sıra...

        O yaralıyla uğraşırken atı yemlenmiş, biraz olsun dinlendirilmişti. Ama kendi karnı acımıştı. Sabah dağ başındaki kulübesinde yediğiyle duruyordu. Yemek vermek istemişlerdi fakat o kabul etmemişti. Sevinçliydi ama. Böyle zayıf düşmüş, zulme uğramış insanlar için aç kaldığına seviniyordu. Atladı siyah atına, ormanın içinden şehre doğru koşturdu atını.

        Bir zamanlar yaşadığı, yıllarını geçirdiği, dünyayı tanıdığı, eğitim gördüğü, kavgalar ettiği şehir değildi burası. Ama, bu şehirde dostları vardı. Bu şehrede emeği geçmişti. Arasıra buralara da gelir, konuşmalar yapardı.

        Dörtnala sürüyordu atını. Hiç bir gayri tabii ses yoktu yollarda. Hep bildiği alıştığı seslerdi bunlar. Çakal ulamaları, sağ tarafında akıp durmakta olan derenin uğultusu, atının nal sesleri ve kurbağalar... Başka ses yoktu. İki yanında, yolun üstünü adeta örten ağaçların arasında, zifiri karanlıkta sürüyordu atını.

        Ağaçlar yavaş yavaş seyreldi, arazi düzleşti. Sonra hiç ağaç kalmadı, tepe de kalmadı. Önü açıktı, dümdüzdü. Uzaktan şehrin ışıkları göründü.

        Atını asfaltın dışında, yol boyunca uzayıp giden tarlaların kenarından sürüyordu. Şehre ıssız bir yerden girmeliydi. Bu haliyle görülürse başı derde girebilirdi. Kendisi için değil de, yaralının selameti için önemliydi bu.

        Yıllardır ilk kez görüyordu şehir ışıklarını. Bu kadar ışık... Şehirdeyken bu kadar dikkatini çekmezdi. Nedendi acaba... İşte  tek tük evler, kirli bacalarıyla bir iki fabrika, arabalar... Sol tarafından arabalar geçiyordu var güçleriyle, siyah at, tedirgin oluyordu arabaların homurtusundan. Hep tarladan yana gitmek istiyordu. Binicisi olmasa, çılgınlar gibi kaçardı belkide. Ama, binicisine olan güveni onu rahatlatıyordu. Biraz daha gittikten sonra uzaklaştı ana yoldan. Bir arkadaşı vardı doktor... Evi değişmediyse eğer, onu bulacaktı. Şehrin girişinde mezarlık vardı, orada bir ağaca bağladı atını. Mezarlıktan korkardı şehrin insanı. Atı emniyetteydi bu yüzden. Ellerini açtı göğe doğru, bir fatiha okudu orada yatan müminlere. Sonra çıktı mezarlıktan. Sessiz daldı kenar mahallelerin dar karanlık sokaklarına.
 
        Şehir çok değişmiş görmeyeli, yeni yeni evler eklenmiş, tek katlı, kerpiçten evleri kalmamıştı kenar mahallelerin. Tek katlı evler yine vardı evet. Ama bunlar, o eski; sıcak evlere benzemiyordu hiç. Bu evler betondu, birikketti, soğuktu bu evler...

MÜSLÜMAN SAVAŞÇI Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin