Önümüze sunulan,kendini realist gibi gösteren bir görüntü veya bir insan ne kadar aldatıcı olabilirdi?
Ona kör körüne inanmamızı sağlayabilir miydi?
Canımızı yakıp,en sonunda gerçek yüzünü gösterebilir miydi?
Hayatın imkansızlığına ve şaşırtıcılığına karşı ağzımızı hoş karşılanmayacak bir şekilde açık bırakabilir miydi?
Hayır,seçim yapmıyorum.Bize gösterilen ve ‘Gerçek bu.Ya kabul edersin,ya da çekip gidersin’ diye önümüze itilenlerin gücü öyleydi ki, hepsini aynı anda gerçekleştirebilirdi.Şaşırtıcılığıyla ağzımızı açık bırakabilir,ona skolastik bir yapıyla bağlanmamızı sağlayabilir ve en önemlisi,sonunda gün yüzüne çıkan gerçekliğiyle canımızı ummadığımız kadar yakabilirdi.
Benim sözlüğümde gerçek hayatın tanımı buydu.
Her an,nefes alıp verdiğin her saniye seni basit bir kukla gibi kullanıp,modern kölesi haline getirebilirdi.Düşünme özelliğini söker alır,yerine saf itaatkarlık duysusu bırakırdı.Karşı çıkabilecek,karanlıktan uyunabilecek gücün var mıydı?
Hiç şüphesiz olaylara mantık açısından bakıp,işlere temkinle yaklaşan insanlar şuan ayakları yere sağlam basan,başarıyı elde etmiş insanlardı.Hemen hemen her alanda isimlerini duyabileceğimiz, başarı yüzdeleriyle kendilerini gösteren malum karakterler.
İşte sorun şuydu ki; benim ne onlarla aynı ortamda bulunma,ne de başarı anlamında kendimi kıyaslama lüksüm yoktu.Başlangıç düdüğünün şansta bulunduğu yarışa hep geride başlamış,ilk saniyelerinden tökezlemiş ve çok geçmeden zemini yakından tanımaya hak kazanmıştım.Yanımdan geçen istisnasız her insan bana sert bir tekme hatıra bırakmış,elimden tutup kaldıran olmamıştı.
Geçirdiğim bu kısa marathon yolculuğu sonucunda yaptığım inanma hatası en yüksek raflara çarpılarla kapatılmış,bana açık bir şekilde yasaklanmıştı.Birine inanmak veya ona saf bir şekilde güven duymak yüksek derece çiçek alerjinizin bulmasıyla birlikte botanik bahçesinde yaşamanız gibi bir şeydi.
Kısacası yapılabilecek en büyük mazoşistçe hataydı.
***
Bakışlarım puslu yeşil tonlarından kaçmak için boyası dökülmeye başlamış krem rengi boş duvara ciddiyetle sabitlenmişti.Göz kapaklarım kırpıştırılma ihtiyacı karşısında keskin bir şekilde yanmaya başlasa da onlara kolaylıkla direnebiliyordum.Beynime sıcak zift dökülmüş gibiydi.Düşüncelerim yapış yapış olmuş,vücuduma her hangi bir komut ulaşamıyordu.
Sanırım hissettiğim tek şey büyük,karanlık bir boşluktu.
Önümde diz çöküp oturan,kısık bakışlarıyla yüreğimi dağlayan çocuk Tuna mıydı?Bunca zamandır bana kendini ‘hayat ışığı saçan,mükemmel bir genç’ olarak tanıtması,inandırması birer yalandan mı ibaretti?Ah hayır,kafamdaki cevapsız sorular artık sindirilip yutulacak aşamayı çoktan geçmişlerdi.
Bir yanım sormam gereken soruları ardı ardına sıralarken öbür yanım korkunun iliklerime kadar işlemesine izin vermişti.Beni Sevil’e benzettiği için çevresinde tutmuş,hatta bir araç olarak bile kullanmayı düşünmüştü.Bu o kadar,o kadar gurur kırıcıydı ki..
‘’Bana açıkla,bir şeyleri açıkla Tuna.Her şey o kadar eksik kadar mantıksız ki ne yapmalı,seni suçlamalı mıyım karar veremiyorum.Artık canım yanıyor,beni burada tuttuğun her an,bana öyle baktığın her saniye biraz daha canım yanıyor..’'diyebildim sadece.Sesimin titremesini de,gözümden bir damla yaşın düşmesini de engelleyememiştim hem.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BESNA
ChickLit"Burs" Fransızca kökenli, 4 harfli ve dilimize yakın yıllarda girmiş yabancı bir kelime. Ne kadar masum ve basit duruyor değil mi? Ama şöyle bir sorunumuz var ki, eğer bu kelimeyi basite indirger 'aman be ne varmış bir burst...