(Roman tadında tek bölümlük bir ZeyKer hikâyesi yazdım, klasik hikâyelerden sıkılanlar için. Yetiştirmek için bazı kısımlarını kısa kesmek zorunda kaldım. Biliyorum herkes benden yeni bölüm bekliyor ama kafamda beliren bu hikâyeyi yazmazsam içimde kalırdı. Vote ve yorum istiyorum, hatta bence wattpad, ZeyKer edebiyat ödüllerine en azından aday olmalı bu hikaye, keyifli okumalar. Hikâye fantastik bir dünyada geçmektedir, tarihi ve yeri belli değil daha çok bir efsane, masal havasında. )
Annesinin kendisine bırakmış olduğu en değerli varlıklar olarak görüyordu, küçük kız elindekileri; kitapları. İki atın arkasına bağlanmış, irili ufaklı taşların dağılmış olduğu yolda ilerleyen at arabasının içinde okumak pek kolay olmuyordu. İçeriye güneşin yakıcı ışıklarının engellemek için çekilmiş perdeler, okuması için gerekli ışığı almasını engelliyordu. Dalıp gittiği hikâyenin büyüsünün bozulmaması için çaba gösterirken birden aracın durduğunu fark etti Zeynep. Neden durmuşlardı, aniden? İçinde beliren merakı gidermek için hafifçe araladığı perdelerin arasından, dışarıya baktı.
Güneş arkadaşları arasında alay konusu olan garip renkli saçlarına her zamankinden farklı vurmuyordu aslında. Yatağından kalkıp, her zaman gülümserken görmek istediği annesinin sıkıntısını göstermekten çekinmeyen yüzü ile evin birkaç metre ötesini sarmaya başlayan çitlerin orada durduğunu gördü. Annesini en son bu halde gördüğünde babasının asla geri dönmediği yolcuğa çıktığını hatırladı, Kerem. Küçük hızlı adımlar ile annesinin yanına ilerledikten sonra, boyunun yetişebildiği kadar; annesinin bel hizasından sarıldı kadına. Masumiyetinin temsili olan beyaz, tombul yüzünde, güneşin yansıyan ışıkları eşliğinde yeşil birer kristal gibi parlayan gözleri ile kafasını kaldırarak:
“Anne. Beni neden kaldırmadın? Bugün çalışmamız gerekmiyor mu? Kışı geçirebilmemiz için daha fazla çiçek toplamamız gerektiğini söylemiştin.” Dedi.
Kadın yüzüne karnına gömmüş, sımsıkı kendisine sarılan çocuğa baktı; çaresizlik vardı bakışlarında. Kafasının içinde dönen düşüncelerle artan, artıkça kırılgan, yorgun, zayıf bedenini daha fazla acıtan acısını saklamak istiyordu. Konuşmadan önce titreyen dudakları sessiz ama haykırarak yalvarıp, kendini paralayarak yapılanlardan çok daha içten bir duayı tekrar ediyordu: “Tanrım! Onu koru ve mutlu et. Beni ağlarken görmesine izin verme.”
Sol eli bir çığ gibi birikip, titreyen göz bebeklerinin tetiklemesi yanaklarına dökülmek üzere olan gözyaşlarını silerken bir eli de oğlunun başını sıvazlayarak:“Bugün, on ikinci yaş günün. Artık silah tutabilecek çağa geldin.” Dedi.
Annesinin yüzündeki ifadeyi görmesine gerek yoktu Kerem’in bir terslik olduğunu anlamak için; içinde ne zaman kötü bir şey olsa aniden beliren o hissin ortaya çıkması yeterliydi. Ona kimsenin kılıç kullanmayı öğretemeyeceğini, babası dönmediği için annesine yardım etmesi gerektiğini, bu tür uğraşların kendisinden uzak olduğunu biliyordu. Anlamadığını belirten ses tonu ile sordu:
“Ama… Ama babamın henüz dönmediğini biliyorsun. Kılıç kullanmayı kimseden öğrenemem hem zaten babamın yokluğunda sana yardım etmem gerekmiyor mu?”
“Evet, sen içeri gir hadi. Yemeğini yedikten sonra ejder gelinciği toplamaya gideriz belki.”
“Tamam.”
Annesinin her gün erkenden kalkıp onun için hazırladığı ekmeklerden birkaç tane de sebze buldu, birkaç parça odun ile yakılmış ocağın hemen yanında. Annesinin anlayamadığı üzüntüsünün birlikte öz yapmak için çiçek toplarken düzelebileceğini düşünerek, ağzını tıktığı kocaman lokmalar ile önündekileri bitirdi. Yemeklerin başından kalmak üzereyken, iki yabancı ses işitti; annesinin sesine karışan. Ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı. Biri annesinin hemen karşısında diğeri bir iki adım daha gerisinde, çaprazında iri yarı iki adam gördü. Dışarıya adım atar atmaz adamlardan birinin uzun süredir aradığı değerli eşyasını bulmuş gibi olabildiğince açılan gözler ve iki yana açılan dudak kıvrımlarının yarattığı sinsi gülümseme ile kendisine baktığını gördü. Annesinin tam karşısında duran adam sesini yükseltmiş, söylediklerine itiraz eden kadını korkutmaya çalışarak: